Fotoğrafçılığın birçok türünde zamanla yarışırsınız, deklanşöre bir saniye geç veya erken basmanız fotoğrafın bütün büyüsünü değiştirir. Bu yarışta fark yaratmak için keskin sezgilere, iyi bir göze ve elinizdeki oyuncağa hakim olmanız gerekir. Bir de usta bir avcı gibi burnunuz iyi koku alıyorsa mükemmel kareyi ölümsüzleştirmeniz işten bile değildir. Oysa benim ilgilendiğim türünde ise işler birazcık farklı. Öncelikle zamanı küçük dilimlere bölmeyi sevmem, olabildiğince ağırdan alırım. Anlık bir eylemden ziyade bazen yıllara uzayan bir süreç, hatta ucu hep açık desem yalan olmaz. Bulunduğum şehrin tenha yerlerinde yürüyüşe çıkarım, minotor gibi tek başıma labirentlerde gezinirim. Hoşuma giden sokaklarda tekrar tekrar dolanmak hiç sıkmaz beni, tatilde bile bir yeri çok sevdiysem daha farklı ve iyiyi aramak için uğraşmam, çok sevdiğim o yeri tanımaya çalışırım. Gözüme bir desen çarptığında Moma’da gibi karşısına geçer seyrederim. Adına her ne derseniz deyin kainatta rastgele oluşmuş formlarda bile müthiş bir estetik olduğunu düşünüyorum ve bu sanatı nerede görsem kendimi onu takdir etmekten alıkoyamıyorum. Zihnime iyice kazıdıktan sonra tekrar ziyaret etmek üzere veda ederim. Çağdaş sanat müzelerinden farkı: ücretsiz ve kimse sizin aklınızla alay etmiyor, bu hak ve yetki sizde. 

Şayet imkanım varsa ertesi gün yoksa kim bilir ne zaman, yıllar sonra acaba o desen hala orada mı diye ziyaret etmenin heyecanı bambaşka, bu sefer elimde emektar Fujim ile geri gelirim. Komik gelebilir ama ben ne daha yeni ne daha iyi, başka hiçbir fotoğraf makinesi ile çekmeyi sevmem. Hatta bazen elime fotoğraf makinalarını tutuşturup ‘’fotoğrafımızı çeker misin’ diye sorduklarında makinayı her an düşebilecek yeni doğmuş bir çocuk gibi tutarım. Her tuşu fonkisyonu ayen beyan olsa da yontma taş devrine vaktinden çok evvel girmiş ilkel insan gibi bu nesnenin tam olarak ne olduğunu çözmek ister gibi süzerim. O vizörün arkasında ne kadar güvensiz ve yabancı hissettiğimi anlatabilmem zor, o nedenle bu işkence hemen bitsin diye birkaç kez arda arda deklanşöre basar ve küçük çocuğu düşürmeden geri iade ederim. Uzaklaşırken de ardımda hayal kırıklığı mı beğen mi bıraktım diye şöyle yarım tur döner bakarım. Olur da beğenmezlerse en iyisi tekrara kalmadan hemen oradan tüymek. 

Benim emektar biraz yavaş. Deklanşöre bastıktan sonra, aynı benim gibi, bir süre düşünüyor ama işini hakikaten iyi yapıyor. Nasıl olsa benim de acelem yok, desen tam önümde kımıldamadan duruyor. Bir kare alıp yoluma devam ettiğim görülmüş şey değil. Tekrar çekerim. Bakarım. Yakınlaştırır incelerim. Sonra bir daha. Sonra belki on kez daha. Eğilip kalkarak aynı yerde bir saat geçirmişliğim var. Eskiler hiç sevmez bu işi. Dijital makinalar çıktı mertlik bozuldu derler. Ne o bak bak çek, fotoğraf mı bu, derler. Fotoğraf dediğin… Eskiler hep çok şey bilir ama değişime yenik düşerler. Sümerlerden beri bu böyle. Papirüs ne yahu, yazı dediğin kile yazılır… 

Kainatın bu güzelliği karşısında bir şaman gibi transa geçerim. Oradan, buradan, şu açıdan, tam tam tam tam… Zaman ilerledikçe, imge ile kurulan ilişki değişir. Durağan olmasına durağandır ama ne o aynıdır ne de ben aynı bakarım. O yüzden bir saat boyunca gezip yüz farklı şey çekmektense olduğum yerde dikilip aynı şeyi yüz kere çekmeyi tercih ederim. Fotoğraf çekme işi bittiğinde ona veda etmem, makinamın içinde yanımda taşırım. 

Çok heyecanlı isem bilgisayarıma kavuşur kavuşmaz işe koyulurum. Bazen de hevesim kaçar mayalanması için hard diske yatırırım. Günler, aylar geçer. Unuturum. Daha doğrusu unutmuş gibi yaparım, orada olduğunu bilirim. Okuduğum bir kitap, izlediğim bir film, dinlediğim bir şarkı onu çağırıştırır ve anı geldiğinde tekrar açar bakarım. Başlarım işlemeye, nokta nokta, piksel piksel. Eskiler buna da uyuz olur. Öyle fotoğraf mı olurmuş canım, fotoğraf dediğin çekersin biter. Fotoğrafla oynamak derler, kendileri vakti zamanında yeterince oyun oynamadıkları için bu kadar katılar, aldırış etmeyin siz onlara. Oynamanın hazzını bilmiyorlar. Hele ki Prometheus’un insanlara sunduğu gücün hiç farkında değiller: yaratmak. Bir taşı oyup biçim verebilseler belki kendi çocuklarından çok sevecekler ama bilmiyorlar. Sadece zamanın dondurduğu, katılaştırdığı şeylere tapınıyorlar. Kendi fotoğraf karalerinde olduğu gibi zaman dursun, yaşam dursun, kimse nefes almasın… Ben işlemeyi seviyorum. Çocukken örgü örerdim. Kumdan çamurdan şehrler inşa ederdim. Annemle birlikte dikiş makinasının başına oturup hiçbir şeye benzemeyen paçavralar dikmeye bayılırdım. Fotoğrafı işlerken de aynı hazzı alıyorum. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Herkes onu benim gördüğüm gibi görsün diye güzelce işliyorum. Size küçük bir sır vereyim, bir şeyleri olduğu gibi kabul etmek benim en kuvvetli yanım değil. 

İlmek ilmek işlerken katmanlar arasına duygularımı, hatıralarımı, özlemlerimi gizliyorum. Olur da benle aynı dili konuşan biri o kodu çözdüğünde, keyfimden yaramaz bir çocuk gibi kıs kıs gülüyorum. Maymunlar cehenneminde bir babunun daha var olduğunu bilmek güzel hissettiriyor. Yaşasın daha neslimiz tükenmedi! Yalnız değilim. Bu nedenle çok okuyup da okuduğunu anlayamayan çakma kentsoylu entelektüellerin acımasız yorumlarına aldırış etmiyorum. Yani, aldırış etmiyorum dediysem paralel bir evrende bir kaşık suda boğarım ama bizim evren yapaylıklar medeniyeti üzerine kurulu. İçimden söverek, tebessüm ediyorum. Teşekkür ederim, beş para etmez, fikriniz benim için çok değerli. 

Yorumlara aldırış etmeden, aynı şeyi yapmaya, aynı fotoğrafları tekrar tekrar işlemeye devam ediyorum. Aynı desen onlarca kez başka biçimlerde gün yüzüne çıkıyor. Her ne kadar harici bir belleğe onu hapsetmişim gibi görünse de benim merakım sürdüğü müddetçe yaşıyor, evrimleşiyor. Fotoğraf benim için ara ara yerini ve toprağını değiştirip, sulamam gereken bir kaktüs gibi. Ona baktıkça kendi sivriliklerimi sevmeyi öğreniyorum. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir