Geçen yıl, ekip ile Uzunetap Gece Koşularına katıldıktan sonra, 2020 için ne planlar yaptık. Kaptan ile sürekli yurtdışı parkurları inceleyip birbirimizi gaza getiriyorduk. İşten kalan kısa aralıklarda da Skyrunning hesabının videolarını izliyordum. Gözüme kestirdiklerimi de bir diğer koldan Ersavaş’a gönderip onu da ikna etmeye çalışıyordum. Özellikle Fransa’daki Matheysine (La Mure) yarışını gözüme kestirmiştim ama aşağıdaki gözüm yemiyordu. Belki yanıma bir suç ortağı bulursam cesaretlenirdim. Bike ile de hala Olympos mu Leverado mu diye harıl harıl araştırıyorduk.
Tabi ki 2020’nin gelişi geçtiğimiz yılı mumla aratacağını göstermişti. Sene başında, herkes, tam olarak nasıl işe yaradığını henüz çözemedim ama, koala fotoğrafı paylaşarak Avustralya’daki amansız yangına uzaktan destek olmuştu. Ardından seller, depremler, yanardağlar… Başımıza geleceklerden habersiz, öylece dijital bir biçimde seyrediyorduk. Ta ki Çin’de patlak veren bir salgına kadar. Gerçi, ilk başta o kadar da dikkatimizi çekmedi. Alışkınız biz, Uzakdoğu’dan mütemadiyen bir hastalık patlak verir. Sonrasında da yanlış alarmmış deyip unutulur. Kuş gribinde balkondan güvercin kovalamışlığımız bile var, korona ne ki… Sonra tabi bilimum şakalar, espiriler, karikatürler… Yahu bu çinliler de ne bulsa yiyor arkadaş… Oğlum kaç milyar insan n’apsın adamlar… Hah, gördünüz mü? Hayvan eti yemek böyle sonuçlar doğuruyor diye ortaya çıkan veganlar (lütfen kızmayın mizah olsun diye takılıyorum)… Vegan arkadaşların iletişim yöntemini, eski usül sosyalistlerininkine benzetiyorum. Yani söyledikleri o kadar doğru o kadar yerinde ki iletişimde sürekli öfke ve saldırganlık kullanmasalar daha fazla destek bulacaklar.
Çin’de işler bir anda kızışmaya başladı. Distopya filmlerindeki gibi full ekipmanlı görevliler, insanları evlerine kapıları kaynak ve betonla mühürleyerek hapsediyordu. Şehirden kaçmaya çalışanlar da joplarla dövülerek evlerine götürülüyordu. O vakit bu eylemleri barbarca bulan, ay ay ay diyerek izleyen amca ve teyzeler bugün yolda maskesiz birini görünce gümüş kazık ve sarımsakla üzerine yürüyorlar. Auschwitz’i görmediyseniz, insan denilen mahlukatın, hepimiz için geçerli, uygun koşullar altında neler yapabileceğinden o kadar emin konuşmayın derim. Aynı şeyi medeniyet için de söyleyebiliriz. Salgın Avrupa anakarasına sıçradığında, İtalya ve İspanya’da hastabakıcılar huzurevlerinde yardıma muhtaç insanları arkalarına bakmadan terk ettiler; İsveç’te yaşlı ve kronik hastalığı olanlara yoğun bakımda öncelik verilmesin şeklinde toplantı tutanağı sızdı. Canım ülkemde ise can hıraç çalışan sağlık görevlileri, ekipman yetersizliği veya kötü idare nedeniyle istifa etmek istediklerinde vatan haini ilan edildi. Böyle uzaktan adalet dağıtmak ne güzel değil mi?
Dünyanın birçok yerinde, akıl dışı, korkunç manzaralara tanık olduk. Hepimiz çok korktuk, geleceğimizden, sevdiklerimizin hayatından endişe ettik. Gözüne fener tutulmuş geyik gibi donduk kaldık, zifiri karanlıkta. Her çıkıp konuşanı bir umut sandık. Yok şuradan bulaşıyordu, buraya kadar gidip oradan dönüyordu. Böyle yaparsak ölüyor, şöyle yaparsak öldürüyordu. Ne doktorlar, ne profesörler çıktı… Şarlatanlar geri kalır mı, kelle paça, bal-zencefil, bilumum tarif dağıttı… Önüne gelen çıktı, konuştu. Hala da konuşuyor. Herkes, herşeyin uzmanı. İnsanlar evlerinde, kaygısını çekirdek diye çitleterek canlı borsa takip eder gibi öleni kalanı televizyondan izledi. Bütün dünyada bu salgının kaybedeni çoktu. Kimi insanlar işini, aşını, evini, yakınını kaybetti ama bu salgının bir tek kaybetmeyeni vardı: Korku tacirleri.
Sabah akşam korku pompalayarak sözümona salgının kontrol edilmesine yardımcı oluyorlardı. Ne kadar işe yaradığını kendimden örnek vereyim. Ben dahil, etrafımda ne kadar doktor, sağlık çalışanı, bilim insanı varsa, salgının ilk günlerinde rasyonel zeminimizi kaybettik. Ciddi ciddi saçmaladık. Kapıdan içeriye girdiğimde kız arkadaşım bana hortlak görmüş gibi bakıyordu. Eve alsa bile yarım saat çamaşır suyunda bekletir diye korkuyordum. Yakınımda, en çok güvendiğim doktor arkadaşlarım, tedavisi söylenti düzeyinde olan bir ilacın peşine düştü; oradan buradan hiçbir işe yaramayan tanı kitleri getirtip COVID testi günü yaptı. Söylenti, dedikodu, çarpık ve zayıf veri, korku aklımızı başımızdan aldı. Neyse ki çoklu kaynaklardan daha sağlıklı veriler akmaya başlayıp bilinmezler azalınca herkes yavaş yavaş rasyonel zemine geri dönmeye başladı.
Ama bu rasyonel zemine geri dönüşten hoşnut olmayan ve korku satan bir ana akım medya grubu var. Bu bize özel değil, dünyada böyle. Ne kadar sansasyonel veya spekülatif haber o kadar iyi, o kadar çok izleyici ve takipçi demek. Hele ki hayat meselesi olunca bir nevi duygusal bağımlılık gibi. İkili ilişkilerde korku ve manipülasyon ile karşısındakini kendisine bağımlı kılan vampir misali.
Böyle hayati bir tehdidin ilk önce, daha ilkel olan hayatta kalma dürtümüzü harekete geçirmesi pek tabi ama gelin görün ki bu tehlike aylara yıllara yayılmaya başlayınca ilkel tarafımızın bununla baş edebilecek enstrümanı kalmıyor. Akıl sağlığını yitirmemek için ya yok sayıyor ya da başka soyut biçimlere dönüştürüyor. Hal böyle olunca da normalleşme, gevşeme gibi kavramlar dolanmaya başlıyor. Oysa ki ortada normal olan bir şey yok! Herşey absürt. Bir grup diğerini sorumsuzlukla, aptal ve cahil olmakla, diğer grup da korkaklıkla, kandırılmakla, yönetilmekle suçluyor. Oysa her iki grubun da insan olmak dışında pek bir suçu yok. Ortalama bir bireyin yedi yirmidört, üçyüz altmışbeş gün bir cerrah titizliğinde gezmesini bekleyemezsiniz. Aynı şekilde bir insanı anlayamadığı ve kavrayamadığı bir tehlikeyi kullanarak aylarca yıllarca eve tıkamazsınız. Yahu yüzlerce uzman çıktı konuştu, sana ne, sen neyin uzmanısın diyen illa ki çıkar. Peşinen açıklayayım, ben hiçbir şeyin uzmanı değilim. Derinlemesine bildiğim konu da üç beş önemsiz şey. Mesleğimi saymazsak temel ilgi alanım koşu ve kedi. Ama onbeş senelik kontaminasyona her saniye açık mesleki tecrübemle diyebilirim ki bu işi yönetmenin sırrı korku pazarlamak değil bilinç geliştirmek. Hepimiz, her gün envai çeşit maske takma biçimine tanık oluyoruz. Binbir önlem alarak gelen hastamın şikayetini anlatırken elini gözüne götürmesini hayretle izliyorum. Hatırlattığımda da çoğunlukla çok titiz biri olduğunu anlatmaya geçiyor. Bu şekilde binlerce örnek türetilir ama yazıyı kaleme alma sebebim salt tespit yapmak değil, çözümü işaret etmek.
Birçok araştırma ile sabittir, bizler, çoğunlukla rasyonel kararlar aldığını düşünen duygusal varlıklarız. Ancak, nerelerde tekrar tekrar hata yaptığımıza birileri ışık tutarsa, onları denetlememize başka mekanizmalar ile yardımcı olursa onları yapmaktan vazgeçebiliriz. Maalesef işin idari kanadı kendi üzerine düşen sorumluluk alma, kanun koyma, uygulama ve denetleme kısmını doğru düzgün yapmıyor. Hatta birbirinden tutarsız yaklaşımlar ile karmakarışık mesajlar veriyor. Boş sokakta yürürken maske takmak zaruri, AVM’de kahve içerken takmamak serbest. Sosyal mesafenin uyulmasına dair kanun var, uymayanlara, hangi mantıkla uygulandığı tam anlaşılamamış olsa da, ceza yazılıyor. Ama aynı mesafe, toplu taşıma, turistik yerler, restoranlar gibi yerlerde yok, cezası da yok. Bununla ilgili henüz bir bilimsel çalışma yayımlanmadı ama sanırım kredi faizlerinin düşmesinin pandemiye etkisi ihmal edilebilir düzeyde.
Hal böyle olunca, bilinçlendirme sorumluluğunu üstlenmek için geriye sağlık örgütleri ve sivil toplum kuruluşları dışında pek de bir seçenek kalmıyor. İşte eğitim seviyeleri, toplum yapısı homojen değil gibi birçok dallı budaklı argüman gelebilir ama yazının maksadı bunları enine boyuna tartmak veya tartışmak değil. Dahası bunları yazma niyetinde hiç değildim, kitlesel bir histeriye tanık olunca insan tutamıyor doğru bildiğini ifade etmekten.
Bilinçlendirmeye yönelik e zaten her yerde broşür, yazı, poster var derseniz ben de maalesef tekrar sosyalist partilerin uzun zamandır işe yaramayan siyasi propaganda örneğini vereceğim. Metrobüs çıkışı, akıllı, gencecik çocuklar ellerinde poster ve dergilerle bağırıyorlar. Söyledikleri doğru. Yazıları donanımlı. Gelip geçen insanlar çokça iyi niyetlerinden şüphe etmiyor ama günün sonunda mesaj kimseye ulaşmıyor. Ya da yıllarca TRT’nin eğitici programları ile eğitilmiş bir tanıdığınız var mı?
Ülkemizde kitleler ile doğru iletişimi kurabilecek donanımlı insanlar ve kurumlar varken maalesef bu süreç siyasi propagandaya ve onun yardakçısı ana akım medyanın korku ticaretine dönüşmüş durumda. Üzülerek söylüyorum, dünyanın her yerinde siyaset ve medya, oppurtunist bir şekilde bundan nemalanmaya çalışıyor. Günün sonunda para, oy, güç, tiraj, reklam gibi kavramların dışında hastalananlar, ölenler sadece sayıdan ibaret. Bu nedenle, dostlar lütfen korkuyu değil bilinçlenmeyi, tedbiri teşvik edelim. Normalleşmeyin, temkinli, tedbirli bir şekilde korkuya esir olmadan hayatınızı sürdürmeye devam edin, çünkü hayatta olmak gerçekten çok güzel bir şey.
Sağlıkla kalın…