Tam olarak kaç sene oldu kestiremiyorum. Galiba beş ya da altı. Fotoğraf makinemi ilk aldığımda… Onu almamın hikayesi ayrıca ilginç ama özetlemem gerekirse… Eskiden çok renkli ve neşeli bulduğum, dost edinmek için can attığım ama tanıdıkça da uzaklaştığım, ne kusur işlerse işlesin bir türlü de kızamadığım fotoğrafçı bir arkadaşım beni fotoğraf çekmeye yüreklendirip ekseriyetle de o markayı önermişti. Bendeniz de borçtan yeni kafasını kaldıran bir genç olarak cebimden pek bir şey çıksın istemiyordum. Kılı kırk yarıp, her zamanki gibi, nihayetinde  onun dediğinin bir eksiğini yapmaya karar verdim. Ve iyi ki de yapmışım. Bugünlerde her ne kadar yüzüne bakmasam da kendim için aldığım en güzel hediyelerden biridir emektar fotoğraf makinem.  Biraz abartı kaçacak ama onun dışında bir makine ile fotoğraf çekmeyi bile beceremiyorum. İstemiyorum da diyebiliriz.

Kullanım kılavuzu pek uzun gelmişti. Hızlıca pil nasıl takılır, nerede ne var onu öğrendim. Gerisi deneme yanılma. Uzaktan bunun okulunu da okudum ama teknik kısmı hiç ilgimi çekmedi. Hala da çoğu şeyi bilmem, zerre de merak etmedim. Alet, edevat meraklıları özelliklerini anlatmaya bayılırlar, ben ise bilmem. Ne önemi var ağırlığının, çapının… Bana ne lensinden, mikroçipinden… Görmek istediğimi göstersin, yakalamak istediğim imgeyi yakalasın yeter. Bana, alet edevat meraklısı arkadaşlar aletlerinin özellikleri ile övünürken asıl işi kaçırıyorlarmış gibi gelir hep. Ya da ben onların dört elle sarıldığı bir şeyi kaçırıyorum, kim bilir…

Fotoğraf makinamın temel ayarlarını öğrendikten sonra attım kendimi sokağa, önüme geleni çekiyorum ve her zamanki asi tavrımla hemen yapıştırıyorum yargıyı: Ben bunu çekmeyeceğim… Onu da… Şunu da… Hep farklı olanın arayışı. Komik olanı ise farklılığı arayanların üç aşağı beş yukarı aynı yerde buluşması. Neyse… İlk başta, boşluklar bırakarak, siyaha beyaz, diagonal geometrik fotoğraflar çekmeyi sevdiğimi fark ettim. Haliyle kendimi, bina, yol, köprü gibi mimari yapıların etrafında gezinirken buldum. Bir süre sonra sıkıldım. Sokak sokak gezip gözden kaçan ayrıntıları çekmeye çalıştım. Gözden kaçanı görünür kılmaktı niyetim. Ondan da sıkıldım. Kulakları sarkık, küskün bir golden gibi eve dönerken bir akşam, otobüs durağında arka ışık ile aydınlatılmış poster yırtıklarını fark ettim. Doğal bir dürtü beni bu kağıt yırtıklarına odakladı. O gün bugündür  sağda solda gördüğüm yırtık poster ve afişlerin geride kalan desenlerini çeker dururum. 

Bana özellikle ilginç gelen kısmı şöyle: O kağıdı yırtan kişinin eyleminde bir şey yaratmak gibi bir dürtü yok. Aksine yıkmak, zarar vermek var. Ama enteresan bir şekilde istemsiz olarak geride bıraktığı iz, doğal olarak müthiş bir estetik ve denge barındırabiliyor. Tabi ki bu şekle kendi yorumumu ve düzenlememi de katıyorum. Hatta belki, en az fotoğrafı kaydetmek kadar işlemeyi, benim gördüğüm soyut imgeyi yaratmayı da seviyorum. 

Belki, dikkatinizi çekmiştir, çizimlerimdeki desenler de hem keskin hem de yuvarlak hatlı bölük pörçük; bir araya gelmeyen karman çorman şeyler. Güzel mi, çirkin mi, ne anlattığı belirsiz imgeler. Merak uyandırıyor ama fazlasını söyletmiyor. Bir türlü de yakınlık kurdurmuyor. Sevdim mi, itici mi buldum belli değil. 

Hep aynı şeyler… Beş veya altı yıldır. Aslında otuz dokuz yıldır hep aynı. Kimi şeyler hiç değişmiyor: İnsan, imgeler… Değişiyormuş gibi görünüyor. Hep aynı şeyi anlatıyor(um), ben ve imgelerim. Bölük pörçük olanı… Kağıt yırtıklarını… 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir