Sonsuz gibi görünen yokuşu tırmanırken ellerimle bacaklarımdan güç almak istiyorum ama kayıyorlar, şortum sırılsıklam olmuş. Tişörtüme silmeye çalılıyorum, o da buzları eriyen çatı gibi şıp şıp damlatıyor. Saate bakıyorum, otuzuncu kilometrelere yaklaşmışım. ‘Les Tseppes’e varmama çok az kaldı. İdmanda olsa kendime hemen lafı yapıştırırdım, Mümin bey saate bakmaya mı geldiniz, yoksa koşmaya mı… Her şey plana uygun gidiyor fakat çok yorgunum. Başlangıç çizgisinden beri bedenimin her uzvunda yorgunluğu hissediyorum.

Kulaklıklarımda Lakme operasından ‘Flower Duet’ çalıyor, irtifanın ve eforun etkisi ile tüylerim diken diken. Tam yokuşun zirvesinde duruyorum. Dağ kekiğini andıran küçük mor bir çiçeği koparıp kokluyorum. Koku… zihnimi uyarıyor. Bir kez daha, enfiye çeker gibi kokluyorum, ciğerlerimin en uç noktasına kadar. Bu çetrefilli yolda karşıma çıkan çiçeğin kokusunu bir anı olarak ciğerlerimde İstanbul’a götürmek istiyorum. Belki bir gün Cihangir’de kahve içerken hatırası yine yeşerir, etrafa tebessümle karışık kokular saçar.

Bike geliyor aklıma, ne çok andım bu koşuda onu, herhalde sevinçten Heidi gibi bayırlarda zıplamaktan koşuyu unuturdu diyorum. İlginçtir, koşunun rekabetçi yapısını bir kenara atıp ben de sürekli onun gibi sırıtıp durdum. Ona parkurdan bir hatıra fotoğrafı göndermek için çiçeği bırakıp arakama  dönüyorum. Aman tanrım!  Karşımda kocaman bir dağ kütlesi, ortasında ince bir vadi, buz tutmuş, yaz güneşine inat mavimtırak halesi ile parlıyor. Telefon elimde, ağız bir karış açık, ayran budalası gibi öylece seyrediyorum, doğanın eşsiz güzelliğini, dağların heybetini, buz mavisi gökyüzünün yerel kültürün mizacına benzer keskin kontrastını. Sırılsıklamım, ter ve rüzgarın etkisi ile içim ürperiyor. Omurgamda gezinen ürperti beni Alp rüyasından uyandırıp yarışa, ilerleyen şimdiki zamana geri çekiyor. Hem güneşin sıcaklığını hem de rüzgarın serinliğini eş zamanlı hissetmek görsel kontrasta başka bir boyut katıyor. Telefonumu çantamın cebine tıkıştırıyorum, daha fazla oyalanmadan mutlu bir milka ineği gibi koşmaya devam ediyorum. Bekle beni Valorcine!

Tabi Valorcine varmadan buraya kadar nasıl geldiğimi anlatmak isterim. E’fem bundan yıllar evvel, daha ortalıkta maske mesafe yokken, hala birçok bağlamda yine mutsuz bir ülkede yaşarken hastaneden pek kıymetli arkadaşım, her koşunun kürsü sahibi, Ebru, Mümin biz grup halinde OCC’ye başvuruyoruz, bugün son gün, sen de bizimle katılır mısın dedi. Demez olaydı. Günlerden Cuma, vakit de sabah mıydı neydi… Veya alelade bir gündü ama başvuru için son gündü. Hep de ya başına ya da kuyruğuna yetişiyoruz hayatın, doya doya yaşasak ya ortasını. Neyse! Beni tanıyanlar bilir, bayılırım toplu etkinliklere! Bir gaz, hemen çıkardım kredi kartını, bir, iki ve son klik, bitti. 

Başvurduğumu bile unutmuştum ki ne öğreneyim OCC’ye katılmaya hak kazanmışım. Voila! Holy Shit! N’apçaz şimdi? İki senedir niyetim, koşu hacmini ve mesafeleri biraz azaltıp güç çalışıp Avrupa’nın envai çeşit şehir yarı maratonlarını koşup gece pub crawl’da sürterek mesafeyi maratona tamamlamaktı. Bir türlü nasip olmadı, olamıyordu, olmayacakmış zaten.

Canım ekip, TeamRunBo OCC’nin tozunu dumanını attırmıştı, ben de kura sonuçları tazeyken hemen onları aradım. ‘Olm manyak mısın tam senlik parkur’ gazı ile ( arka planda ‘Eye of the Tiger’) Sylvester Stallone gibi etleri yumruklamak için kasaba koştum az kalsın dayak yiyordum. Sakin ol şampiyon, önümüzdeki sene herkes evde, daha başıma geleceklerden tabi haberin(m) yok. 

UTMB’ye başvuracak arkadaşlara tavsiye, uçak ve konaklama ile ilgili planınızı baştan yapın, özellikle konaklama. Sonra borsa takip eder gibi bir hal alıyor. En mantıklısı mini bir grup oluşturup ev veya daire kiralamak. Konaklama ve yeme-içme maalesef pahalı. Oradayken neden diye sordum, sadece size pahalı abi, kıskanıyoruz sizi, dediler. Neyimizi dedim?  İşte başladılar, duble yol, görünmeyen uçak, bor madeni ile koşan koşucu falan… Buraya sığmaz hiç yormayayım sizi, zaten biliyorsunuz… Civardaki kasabalarda da konaklayabilirsiniz ama ambiyans ve pratiklik açısından Chamonix merkezi öneririm. Koşuya bu kadar ilgi duyulan başka bir organizasyon, kesinlikle, yoktur. Bu coşkuyu kaçırmayın derim. Teferruatlar ile sizleri sıkmak niyetinde değilim ama UTMB startından bir saat önce bütün sokakların ip gibi insan koridoru olduğuna tanık olmak, D’hane, Walmsley gibi Olimposluların start alışını görmek paha biçilmez ki bakın eş dost düğününe bile pek gitmem, düşünün artık. 

Çeyrek altın bu fiyata gelmişken keşke düğün lafını etmeseydim ya belki bir dilim kek yiyip hala taksit ödeyenler vardır. Neyse, konuyu dağıtmadan, kura çıktığı gibi tamam bu iş deyip koşan pilot İbrahim ile konaklama işini hallettik. Şehir merkezinde güzel bir otel ayaraladık. Sonra pandemi diye bir şey oldu. Yani üniversitenin ilk senelerinde, derslerde duymuştum ama başımıza geleceğini, gelmekle kalmayıp bayağı hayatımızın salonunun ortasına çadır kuracağını da hiç tahmin etmemiştim. Ulu manitu, harbiden bir yere gitmeye niyeti yok. Sanki, komşu, hastaneye gidicem deyip de sevimsiz çocuğunu sonsuza kadar bize bırakmış gibi bir his. N’apcam ya ben bununla?

Çok da dallandırmaya gerek yok. Özetle. Pandemi patladı, tüm ülkelere yayıldı bize uğramadı. Sonra bize de geldiğini ama az geldiğini söylediler. Kendi içinde aritmetik bir artışla bir takım sayılar da söylendi. Ne ifade ettiklerini kimse anlamadı. Kimi günler hava kapalıydı, kimi günler açık. Açık günlerde biz hep kapalıydık. Biz meslek grubu olarak zaten maske takıyorduk, sonra tüm ülke takmaya başladı, yepyeni biçimlerde. Böyle aç kapa sene bitti. Arada yanlışlıkla koltuğu yiyip kilo alanlar, koşuyu bırakanlar oldu. Nasıl olsa koşuculara bir şey demiyorlarmış, sağlıklı olana bu meret bulaşmıyormuş deyip de hayatında ilk defa koşmaya başlayanlar da oldu. Aralarda genelde bir şey olmadı. En çok buzdolabının kapağı açıldı, en az kitap kapağı. Sanki birşeyler daha oldu ama pek de anlayamadık, günlerden, aylardan neydi ve biz kimdik… Derken…

Sene 2021 oldu. Geçen sene yaşanmadı.UTMB de koşulmadı. 2020’e ne oldu kimse hatırlamıyor. Sanki geçen yılbaşı içkiyi biraz fazla kaçırıp yattık da bir sene sonra baş ağrısı ile uyandık gibi bir durum. Üstüne üstük, kafa şişiren kayınço da evine gitmemiş hala akşamdan kalan mezeleri tırtıklayıp saçma sapan hikayeler anlatıyor: Askerde biz de otuz kilometre teçhizatlı koşuyorduk ama sizin gibi böyle yumuşak ayakkabı ile değil falan… Hell yeah!

Allahtan aşılama başladı, böylece biz de kendi ülkemizde turistlerin arasına karışabildik. Sene uzun, idman programı daha da uzundu. Bu nedenle kademeli artacak şekilde bir çizelge yapmaya çalıştım. Alanya’ya kadar aerobik base oluşturup ardından Nisan ayı gibi ameliyat olacaktım. Sonra iki hafta off. Mayıs gibi de OCC idmanlarına başlarım dedim. Genel hatları ile de öyle oldu. Pandemi boyunca idmanlarımı pek aksatmadan, elimdeki plana sadık kalmaya çalıştım. Sene boyunca pek yarış olmayınca birçok arkadaşım motivasyonunu nasıl yüksek tutuyorsun diye sorup durdu. Cevabı aslında çok basitti. Meslek olarak, bizler birilerinin kum torbasıyız. İş yerinde aldıklarımızı eve getirip ortaya yığmaktansa hoplayıp zıplayarak koşuyoruz ki yolda düşüp kaybolsunlar. Yoksa sıyırmak işten bile değil. Skype ile terapi seçeneği de ne bileyim ergenlik günlerimi hatırlatıyor, bana göre değil. 

Aç kapa yasaklar sayesinde hafta sonu ormana gitme şansımız da çöp oldu. Koşullara adapte olmak için şehir idmanlarımı modifiye ettim. Haftalık 50K cıvarı başlayıp kademeli olarak 90K’ya getirdim ve bir süre orada tuttuktan sonra da taper ile yarışa geçtim. OCC parkuru yüksek tempoya müsade etmeyeceği için ve sakatlıktan sakınmak için hiç uzun tempo ve interval idmanı yapmadım. Daha çok tırmanma tekniğimi geliştirmeye ve genel dayanıklılığımı arttırmaya odaklandım. Bunun için de yer yer günde çift idman, hatta üç idman yaptım. Özellikle denge, güç ve üst vücut idmanlarını aksatmamaya çalıştım. Yaklaşık bir buçuk senedir hiç esneme yapmıyorum, bunu da dinamik güç ve denge egzersizleri ile telafi ediyorum. Hatta, esneme işinin çok abartıldığını düşünmeye başladım. Burası başka bir yazının konusu. OCC parkuru dik, uzun, hızlı inişler içerdiği için biomekanik ile ilgili kronik sorunları hortlatmaya çok elverişli. Maalesef bunu, antrenmanda deneyimleme şansı pek olmuyor derken bayram tatili için Akayaka Maden Koyuna gittim. İlk gün, öğlen uzun koşusundan sonra istediğim verimi alamayacağımı anlayınca gözümü arkamdaki dağa diktim. Şansıma oraya uzanan bir yol vardı. Arasam bulamayacağım bir fırsat. 600-700 metre kesintisiz tırmanışı olan bu tepeye her gün inip çıkıp anlamaya çalıştım. İdman açısından çok faydalı oldu, dayanıklılığım arttı ama OCC’de hiçbir işime yaramadı. Çünkü OCC parkurunun ilk kısımları haricinde, yokuşları ya zemin ya da önünüzdeki insanlar yüzünden çok da koşulabilir nitelikte değil. Koşulabilecek zemine sahip eğimler çokça parkurun başında, orada da önünüzdeki kişilerin temposu belirleyici oluyor. Yer yer çok teknik yapıya sahip, orada uzun trekking kuyrukları oluşuyor. Çoğu kişi bunu inişlerde, ilginçtir inişler daha az teknik, hızlı koşmaya çalışarak telafi etmeye çalışıyor, bu da ya quadların erken iflas etmesine ya da sakatlıkların hortlamasına neden oluyor. 

Bir diğer iyi ki yapmışım dediğim ve ezelden beri çok faydalı bulduğum idman türü de ‘heat training’. Havanın en sıcak saatlerinde sakin kalmaya çalışarak koşmak. ‘Heat training is poor man’s altitude training’ diye bir yaklaşım var. Aslında etki mekanizmaları çok farklı. İrtifa idmanının yerine geçmiyor ama koşu ekonomisini ve mental direnç açısından müthiş avantajlı. 

Son ay da sürekli sakin tempo yokuş koşmaktan kısalan adım uzunluğunu ve sabit idman yüzünden düşen VO2max’ı toparlayabilmek için kısa 30-30 idmanları yaptım. Özellikle sürekli kafaya oynayan bir amatör değilseniz, daha çok eğimli arazide koşuyorsanız ve sakatlıktan korunarak sakin ilerlemek istiyorsanız bence uzun intervallere çok güzel bir alternatif. 

Özetle idman odağım, vertikal mesafe ve dayanıklılık idi. Tabi ameliyat sonrası gevşeyen yaylar, gelen bahar, sene başında başıma gelen kimi sağlık sorunları nedeniyle ‘aman be bir daha mı gelcez dünyaya’ balkan felsefesi ile hayatıma bira idmanlarını da ekledim. Zaten pandemide iyi içer olmuştuk, baharla birlikte keyfini de çıkarmaya başladım. İlginç olanı sanılanın aksine hiçbir idmanımı onun yüzünden aksatmadım. Hatta bir parçası haline geldi diyebilirim. Cumartesi gecenin köründe yatıp da Pazar sabahın dingilinde bisiklete binip öğlen, onun üzerine çift koşu idmanı yapabildim. Bence insan vücudu inanılmaz derecede adaptif. Tabi ki bunu kendi yaptıklarımı teşvik etmek maksadıyla söylemiyorum. Muhtemelen bunları yapmasaydım performansım çok çok daha iyi bir seviyede olacaktı. Ama açıkçası diğer bir yandan da sporda git gide artan ekstrem beslenme modellerine bir tepki olarak da bunu mizahi bir şekilde sürdürmek, nereye gittiğini görmek istedim. İyi bir beslenme ve hayat düzeni endürans sporlarının vazgeçilmezi. Net. Buna zerre şüphe yok hatta bir nevi zaruriyet. Fakat sosyal medyanın teşhirci kültürü, vegan yemekleri ve glutensiz tarifleri, hiç yıpranmamış taytlar ile koşu pozlarını, teoride mükemmel olan o hayatları o kadar çok göze sokuyor ki istemsiz ‘hadi  be’ demek geliyor insanın içinden. Hayat bu değil. Hakiki olan bu değil. Pandeminin göbeğinde bile ‘perfect’ olmaya kasmak ne Allah aşkına! Kime neye ispat? Sürekli önüme düşen feed bende de çocukça bir rebound etkisi yarattı ve inatla, içerek, karşıtını göze sokarak, idman yapmaya devam ettim. Bir şeylere adapte olup sürdürebildiğiniz sürece bu hayatta her şey mümkün. 

İş-sosyal hayat-yoğun idman döngüsü zaten yönetilmesi çok zor bir konu. Çünkü toparlanabildiğiniz ölçekte yükleme yapabilirsiniz, yoksa eninde sonunda ya sakatlanır, surantrene olur ya da depresyona girersiniz. Son üç hafta, bu üçlünün tam ortasında dans ettim. Tatil dönüşü ibre aniden tersine döndü. Yüksek dayanıklılık bir anda koşmama isteğine döndü. Bunu okuyan tabi hemen sazan gibi atlar, bal gibi sürantrene olmuşsun işte diye. Çünkü herkes, her şeyi, çok iyi bilir. Sizi bile, sizden iyi bilir. Nereden bilinmez, sadece bilir. Ama bir tek kendini bilmez. 

Pandeminin biriken etkisi, sene başından beri o çöl senin bu çöl benim kutup ayısı ile sağlık konusunda köşe kapmaca oynamamız, işyerinde kapıdan giren iki kişiden birinin bizi duygusal çöp kovası gibi görmesi, koştuğum rotada her yerin inşaat ve kazı alanına dönmesi, ülkenin zıvanadan çıkması, yangınlar, afetler, Fransa çift Biontech’i olmayanı ülkeye almıyor bilgisi falan derken bırakın koşmayı bu ülkede yaşama isteğim bile kalmadı. Alkoloik olamıyorsak sorumluluk bilinci ve vergiler yüzünden. 

Bunca sene koşu hayatında öğrendiğim en temel kurallardan biri de süreci dinamik yönetmek gerektiği oldu. El frenini çektim, hacmi düşürdüm, biraya devam ve hayatımdaki tek iyi şeyin gözlerinin içine bakmaya odaklandım. Diğer yandan da aşıdaki usul farkından Fransa’ya girmeme mani olabilecek bütün engelleri önceden nasıl öngörüp kaldırabilirim diye kafa yormaya başladım. Antikor ve pcr testleri, çift pasaport, İsviçre’den gir vs. vs… Son ana kadar tedirgin bir bekleyiş. 

Bir hafta önceden mabede gidenlerden haberler gelmeye başladı ve herkes Cenevre’den sonra işin pürüzsüz aktığını söyledi. Kısmen rahatladım ama yine de hem bedenen hem de zihnen yorgun olduğum için son hafta hiç koşmadım. Sadece işe odaklandım, gitmeden her şeyi tamamlamak niyetindeydim ki bir hafta boyunca sürpriz bir telefon çağrısı gelmesin. Nitekim de öyle oldu. Bazen sezersiniz ya, rüzgar dönmüştür ve artık sizin yelkenleri şişirmeye başlar. Ben de öyle bir moda girdim. 

Yarış haftası, yola çıkmadan, PCR testi sonucunu beklerken, Federal’de oturdum ve parkuru incelemeye karar verdim. Kulaktan dolma veriler dışında hiçbir bilgim yoktu. Normal şartlar altında katılmaya karar verdiğimde enine boyuna tartarım parkuru, bu sefer hem canım istemedi, hem de arka planda ilginç bir güven hissi vardı. Öyle ya da böyle yapacaksın zaten. Garip bir sarkaç, kendinden sürekli tereddüt ederken arka planda da bu güvenin farkında olmak. Parkuru etüt ederken, memleketten performanslarına aşina olduğum koşucuların sürelerini ve grafiklerini kontrol ettim. Rölatif olarak nerede konumlandığımı anlamaya çalıştım. Sonra genel hatları ile ilk grup koşucuların neyi doğru neyi yanlış yaptığını analiz etmeye çalıştım. Sonuç olarak, bu parkuru koşacaklara da tavsiyedir: Elit grubun arkasından giden hevesli amatörler hızlı çıkıp çoğu parkurun ortasında ya tükeniyor ya da sakatlıkları hortluyor. Çok yüksek bir VO2max’ınız yoksa, kuvvetli değilseniz o yokuşların büyük kısmını yürüyeceksiniz anlamına geliyor. Böyle testere parkurda yavaş çıktığınız yokuşu çok hızlı inerek telafi edemezsiniz. Ya quadlar ya diz, ya da yorgunluk sizi yarı yolda bırakır. Nitekim çoğu kişi görece daha kolay olmasına rağmen son iki bölümde çok yavaşlamış. Kimler buraları daha hızlı geçmiş diye incelediğimde parkurun başından sonuna kadar dengeli gidenler yanıtı belirdi. Tahmin ettiğim gibiydi. Parkurun en belirleyici iki yeri vardı Les Tseppes ve La Flegere tepelerini ne kadar güçlü çıkıp indiğiniz. Kendimce süreleri hesapladım ve not ettim. Sonuç, takribi 8 saat. 

24’ü Salı sabahı macera arkadaşım koşan pilot İbrahim ile yeni havaalanında buluştuk. Sabahın dingilindeki uçuşumuzu beklerken yeni havaalanındaki işletmeler bizi Cenevre ve Chamonix için hazırlamaya başladı, foreplay. Isınma koşusu niteliğindeki uzunca yürüyüşten sonra kapıya vardık, boarding için kontrolden geçiyoruz ki, ben geçemiyorum. İşgüzar bir memur tutturdu, sizin Bulgar pasaportunuz var, vizeniz yok, geçerli bir gidiş nedeni gösterin. Allahtan temkinli biriyim, yığınla evrağın arasından fesuphanallah çeke çeke koşu kaydını bulup gösterdim. İsviçre bile sormuyor ama bizimki kraldan çok kralcı. Cenevre’ye inişten sonra da hiçbir sorunla karşılaşmadan Salı öğleden sonra otelimize vardık. İkimiz de telaştan otelin yerine bakmamıştık, acaba nasıl buluruz diye düşünürken transfer otobüsünden bir indik, otel tam karşımızda. Rüzgar yine ardımızda. 

Otele yerleşip şehri keşfetmek için çıktık. Fahri Chamonix muhtarı Alper (Dalkılıç) bize hızlandırılmış bir oryantasyon turu yaptırdı. Tüm temel bilgileri bir çırpıda sayesinde öğrenmiş olduk, teşekkür ederiz. Gururumuz Capapdocia Ultra Trail standına uğramak için fuar alanına geçtik. Ekip ile sohbet edip hatıra fotoğrafı çektirdik. Fuar alanı yeni ekipmanlar keşfetmek ve denemek için harika bir yer. Kimi ürünlerin sadece demoları mevcut, beğenirseniz gidip Snell Sports veya Ravanel mağazalarından temin edebilirsiniz. Genel hatları ile fiyatalar internet satış fiyatları ile aynı ya da çok az üzerinde. En büyük avantajı ise birçok global markayı, hatta bilinmeyenleri de dip dibe deneme şansı elde ediyorsunuz. Uzun zamandır aşmayı düşündüğüm bir iki modeli denedikten sonra kalıbı uymadığı için vazgeçtim. Diğer yandan müthiş bir risk alarak yeni aldığım şort ve sırt çantası ile koşmaya karar verdim. Normalde denenmemiş ekipmanla koşmayı asla ve asla tavsiye etmem, hele ki en uzun süreli yarışım olacağını düşününce korkunç bir kumar ama sezgilerime güveniyordum. Halihazırda kullandığım Archmax 4.5L çanta çok hafif ve pratik, üç dört defa tadilattan geçti son hali için, fakat esnek olduğu için bu kadar çok zorunlu malzeme ile sekiz saat boyunca koşacağımı düşününce güven vermedi. 

Ertesi gün, maalesef biraz tatsız başladı. TDS parkurunda genç bir koşucu, ip geçişi olan sarp bir segmentte 50-60 metre aşağıya düşmüş ve tüm kurtarma çabalarına rağmen hayatını kaybetmiş. Festival alanı gibi olan şehre bir matem çöktü. Çok üzülerek söylüyorum doğa sporları maalesef kimi amatörler tarafından fazla hafife alınıyor. Kurtarma çalışmaları esnasında yarış durdurulduğu için de birçok koşucu kaza noktasının gerisinde gece saatlerce beklemek zorunda kaldı. Böyle durumlar için zorunlu malzemelerin ve üzerinizdeki ekipmanın kalitesi hayati öneme sahip. Dört-beş saatlik bir beleyiş ter ve eforun ardından hipotermiye sokabilir. Çekmeköy’de aşırı özensiz organize edilen bir koşuda bunu bizzat yaşadım. Doğanın kesinlikle şakası yok. O orada, olağan hali ile duruyor, biz onunla bir etkileşim halindeyiz. Haliyle üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmemiz gerekiyor. Bu elim olay yetmezmiş gibi Türkiye’den PTL’e katılan ekip de yarıştan koşulların çok riskli olması nedeniyle çekilmişti. Bu iki haber hem biraz hevesimizi kırdı hem de hafif bir tedirginlik verdi. 

Belirsizliğin omuzlarımızdaki yükü ile yarış kitimizi almak için önceden belirlediğimiz saatte  spor salonuna gittik. Pandemi nedeniyle zorunlu malzeme kontrolü yoktu. Sadece koşu çantasını getirmemiz, o da zamanlama çipini takmak için, isteniyordu. Pasaport ve aşı kontrolü. Numara teslimi. Drop bag çantası ve çipin takılması. Son. İsteyenler İnfo standında malzemelerini gönüllülere gösterip uygun olup olmadığını test edebilir dendi. 

Orsieres’e gitmek için servis sabah saat 5’de kalkıyordu. Bu durumda en geç 4’de uyanıp çıkarız diye kararlaştırdık ve çok da oyalanmadan otele döndük. Niyetimiz, uyuyamasak bile bacaklarımızı dinlendirip yatakta uzanarak beklemekti. Ekipmanlarımızı akşamdan hazırladık. Basic kit ile koşacaktık. Şansımıza yorgun olduğumuz için ikimiz de o gece mışıl mışıl uyuduk.

Alarmla birlikte yataktan fırladık. Uyanma saati ile koşu başlangıç saati arasında çok ara olduğu için, kahvaltıyı nasıl yapmam gerektiğine bir türlü karar veremedim. 4 de kahvaltı yapsam, 8 de kan şekerim her türlü dipte olacaktı.   Start alanına geldiğimde yapsam bu sefer de çok geç olacaktı. Sırf bağırsak sitemi harekete geçsin diye kalkar kalkmaz minik bir sandviç hazırlayıp yedim, belki yardımına ihtiyacım olur diye granül kahve hazırladım ama çok şükür gerek olmadı. Çok şükür dememin nedeni; kafein duyarlılığını arttırmak için sene başından beri artık günde bir kahve içiyorum. Kafein gün içi tüketimini 150mg altında tutmaya çalışıyorum. İbo ile iyi bir uyum içinde hazırlandık ve tam 4:40’da planlandığı gibi otelden ayrıldık. Hava serin olduğu için hafif tempo jog atarak servis alanına gittik. Otobüste uyurum sanıyordum ama fazlasıyla ayıktım, hatta cin gibiydim diyebilirim. Kulaklıklarımı takıp sabahın dingilinde Boris Brejcha dinlemeye başladım. Karanlıkta pencereden süzülen görüntüler eşliğinde içimde duygusal bir yolculuğa çıktım. Bir kez göçmek birkaç jenerasyonu içsel olarak yersiz yurtsuz bırakıyor. Haliyle gezinti halinde olmak en bilindik en güvenli duygu oluveriyor. İmgeler camın önünden kayıp geçtikçe elektronik müziğin ritmi ile aslında her seferinde ne kadar kalabalık seyahat ettiğimi, koştuğumu farkettim. Geride bıraktığımı düşündüğüm, artık bu dünyada olmadığını düşündüğüm herkes aslında benimleydi. Koca bir kafile halinde geziyorduk dünyayı. Koşu ile ilgili bir şeyi heyecanla anlatırken anneannemin yaşam sevinci dolu masmavi gözleri benim vücudumda parlıyordu. Bitmek bilmeyen o yokuşları kararlılıkla çıkarkenki güç dedemin. Tatlı tatlı, sen yaparsın beya Mümço diye güven veren ses, Mergül ablamın. Eğilmez bükülmez dik duruşu ile sadece finishe bakan sessizlik babannemin. Bir bib numarası ile kaç kişi koşuyorduk biz Allah aşkına, umarım parkurda bunu farketmezler. Kocaman bir dünyada, yersiz yurtsuz ama yalnız olmadığımı hatırlattıkları için sevinç ve hüzünle harmanlanmış bir damla göz yaşı döküyorum atalarım için. Her birini içimde taşıdığım için gururluyum.

Orsieres’e geldiğimizde hava hala karanlıktı. Bizi genişçe boş bir alana bıraktılar. Herkes yolu biliyormuş gibi bir yönde yürümeye başladı. Etrafa bakınınca kendimi Almanya’ya gitme vaadi ile kandırılan İlyas Salman karakteri gibi hissettim. Herkesin balandıra ballandıra anlattığı start yeri burası olamaz dedim. Bayağı boş bir arsaya benziyordu. Ergen olsak çift kale maç yaparız. Pandemi nedeniyle başlangıç noktası kasaba dışına alınmış. Vakit kaybetmeden seyyar tuvalete daldım. Soğukla birlikte mesane oldukça aktif çalışıyordu. İyi ki erken gitmişiz, sonradan gelenler tuvalet için ortalama 45 dakika sıra bekledi. Hala çok erken olduğu için İbo ile kasabaya gidip açık olan tek marketen uyduruk bir kahve aldık. Muhabbet ede ede geri dönüyorduk ki bir görevli yarım yamalak İngilizce ile bizi durdurdu ve malzeme kontrolü dedi. Brifingde, parkurda rasgele kontrol yapılacak deniyordu ama start öncesi beklemiyorduk. Görevli incik cincik incelemeye pek niyetli değildi. Birçok şeyi daha göstermeden “tamam tamam” dedi ve etiketi biblere yapıştırdı. Önceki yıllarda malzeme kontrolü çok sıkıymış. Artık tamamiyle hazırdık. İkimiz de drop bag vermedik. Çimenlere uzanıp biraz sohbet ettik. İlk dalga startı 8:15’de verilecekti. Kırk dakika kala İbo’dan izin isteyip ısınmaya çıktım. Biraz jog, biraz kol bacak savurma sonrası onunla vedalaşmak için oturduğumuz alana geldim ama macera arkadaşımı göremeyince starttaki yerimi aldım. ITRA puanına göre ilk gruptaydım, hemen önümüzde de elit koşucular vardı. Bu yıl OCC all stars kapışması gibiydi. Tam 180 sporcu elit kategorisinde davet edilmiş. İnanılmaz bir sayı. Videolarını izleyip tekniklerine hayran olduğumuz birçok sporcu başlangıç noktasında önümdeydi. Aklımdan bunlar geçerken birazdan start alıyoruz anonsu geldi. Nasıl? Daha saatimi açmadım. Dix… Arazi modu mu, yol koşusu mu açayım… Neuf… Hiç arazi modunu kullanmadım sürpriz olmasın… Huit.. Hadi bul şu sinyali… Sept… Hadiii… Six, cinq,quatre, trois, deux, une… Hayıııır, olamaz… Sinyal yok! Başla.

Ön grup çok hızlı başlıyor. Kasabanın içinden geçip asfalta çıkıyoruz. Tempo için ilk segment çok elverişli. Sakin kalmaya çalışıyorum. Heyecanım yüksek ve nabzımı da zorluyor. Hava güzel olmasına rağmen çok terliyorum. İyi ki çanta değişikliği yapmışım diye sevinirken hızım arttıkça soldaki ‘soft flas’ sürekli zıplamaya, yuvasından çıkmaya başladı. Koşu boyunca yerine ittirdim durdum. Onun haricinde stabilitesi tam beklediğim gibiydi. Fazla ilerlemeden ilk yokuş başlıyor. Birçok kişi anında batonlarını çıkartıp yürüyüşe geçiyor ve ilk endişem gerçekleşiyor. Baton savuran kalabalığın ardından koşarak geçmek pek mümkün değil. Daha yarışın başı ama koşabileceğim segmentte yürüyorum buna rağmen nabzım 180 diyor. Bu işte bir terslik var. Bilekten nabız ölçümü ,hiçbir zaman esas almadığım bir veri. Çoğunlukla +/- 10 tutarlı olsa da arada süper saçmalayabiliyor. Tüm koşularımı hissedilen efor üzerinden yapmaya gayret ediyorum. O an zorlanıyorum ama 180’e eşdeğer değil. Fırsat yakaladıkça koşarak ilerliyorum. Sonra uzun güzel bir iniş başlıyor, basmak için ne kadar cazip görünse de uyanık dolmuşçu gibi boş vitese alıp rölantide ilerliyorum. Birçok kişi yanımdan patır patır geçiyor, başka yarışta olsa muhtemelen bana dokunurdu. Sakince planıma sadık kalarak ilerlemeye devam ediyorum. Köylerden geçişlerde tezahürat muazzam. Herkes dışarıda. Alkışlıyor. Destek oluyor. Yol kısmı bitip ilk ana tırmanışa başladığımızda bugünün o gün olmadığını anladım. Kontrollü gitmeme rağmen zorlanıyordum, vücudum akmıyordu. Asıl tırmanışların koşmaya çok da elverişli olmadığını görünce biraz daha hevesim kaçtı. Çevremi seyrederek fast hiking modunda ilerledim her fırsatta da koşmaya çalıştım. 

Champex-Lac’a geldiğimde kontrollü gitmeme rağmen çizelgede kaldığımı farkettim, moral verdi. Hemen tuvalete girip işedim ve beni neyin hantallaştırdığını anladım, onca yolu farkında olmadan çişimi tutarak koşmuşum. Bu yaz idmanlarda vücudumu çok fazla su almadan sıcakta koşmaya alıştırdım. Bu da vücudun dinlenme anında çok su tutmasına sebep oluyor. Eforla birlikte de vücuttaki suyu atmaya başlıyor. İlk CP’de sırılsıklam olmam ve hemen işememi buna bağlıyorum. Civardaki insanların çoşkuları ve gölün manzarası ile tekrar güç kazanıyorum. Uzun mesafe koşuların bir altın kuralı daha, aynı hayattaki gibi duygular değişir onlara bağlı kalmak yerine sadece tanık olmak gerek. Koşu uzun, duygu geçişi gırla. 

Planlarıma göre ikinci segmenti daha düşük güç ortalaması ile geçmem gerek. Kağıt üstünde görece kolay. İnişler çok tatlıydı ama çıkışlar için aynı şeyi söylemem zor. Daha düşük eğim ve yükselti olmasına rağmen ikinci alanda (La Giete) tahminimden daha fazla zorlandım ve kritik olduğunu düşündüğüm Les Tseppes çıkışı öncesi erken yoruldum, ya da başından beri yorgundum. 

Bütün bu yorgunluğa ve kontrollü gidişe rağmen Trient’e de hesapladığım sürede vardım. Acaba denklemin neresinde terslik var. Tam da tahmin ettiğim gibi Les Tseppes çıkışı can alıcı yer. Uzun zor bir çıkış, buraya kadar gücünüzü iyi kullanmadıysanız sonrası bitmek bilmeyen senfoni. Hava bir miktar ısınmıştı. Tepeye yaklaştıkça kusanlar, durup oturanlar, batonlarına yaslanarak sürünenler… Bir iki kişiye yardıma ihtiyacın var mı diye sordum, Fransızca homurdandılar. İlginç bir gurur! Bizim koşularda sırtınıza alsanız kimse hayır demez. 

Ve Les Tseppes zirve. Müthiş bir manzara. Bir kartpostalın içinde koşuyorum. Gel buraları dört pace in diye yalvaran bir patika ama hayır dostum, bugün olmaz diyorum. Sakin sakin etrafımı seyrederek zigzaglar çizerek iniyorum. Patika cadısının büyüsüne kapılıp dört nala koşanlar var, yapmayın etmeyin demek istiyorum ama sadece geçmelerine izin vermek için sağa ya da sola yanaşıyorum. Buyrun lütfen! Çok rica ederim! İki kilometre sonra yere uzanmış quadarını tutarak böğüren mi ararsınız, çantasında ağrı kesici arayan mı… 

Ağır ağır ineceksin bu basamakları… tabi tekrar çıkmak istiyorsan…

Valorcine inerken biri bravo diyor. Thank you, diyorum. Bir bakıyorum, Ankara ekibinden Süha. Abi kusura bakma tanıyamadım diyorum. Yarın CCC koşacak, Boldunion’dan takım arkadaşı Oray’a destek için gelmiş. İstasyona girerken de başka bir takım arkadaşı Fatih ile karşılaşıyorum ama çok yorgunum konuşacak mecalim yok, sadece selamlaşıyoruz. CP’ye girerken teyze tutturuyor maske tak diye, iyi güzel de teyzecim hem maskemi bulamıyorum hem de zaten bir şey içmek ve yemek için çıkaracağım. Ne anladım bu işten. Duraksamalardan nefret ederim ama gelin görün ki maske bulacağım diye kaç dakika harcıyorum. En sonunda lütfen bana bir maske verin, bulamadım diyorum. Ameliyat yapar gibi bir titizlikle maskeyi bana uzatıyor, o sabırsızlıkla bana bir gün gibi geliyor o süre. Protein barımı çıkarıyorum yemek için ama canım istemiyor. Bak uçak geçiyor deyip yarısını yedikten sonra tekrar çıkıyorum yola. Parkurun en düz kısmı ama ben ilerleyemiyorum. Ne yaparsam yapayım gitmiyor bacaklar. Kendimi yüz kilogram gibi, havayı da elli derece hissediyorum. Biri gel otur yeğenim soğuk ayran iç dese, yeminle orada bırakırdım. Ersvaş’ın lafı aklıma geliyor, ne olursa olsun aklından bile geçirme. Bu tarz yarışların zorlukları da burada, aslında beden fazlasını yapmaya hem programlı hem de muktedir ama zihin neden diyor. Hayatta devam edebilmek için bir nedeniniz olmalı. Ben de bir varoluşçu edasında, burdayım, önümde bu yol var ve ben bunun sonun görmek istiyorum dedim. Belki bu deneyim için ikinci bir şansım hiçbir zaman olmayacak. Bu hesap burada kapanmalı. Bir jel daha alıyorum. Su içiyorum. Ağırlaşan vücudumdan ölü toprağını atmak için mini sprintlere kalkıyorum ve iyi geliyor. Alıyorum elime sazı…

Ön çalışmalarıma göre bu parkurda bir nevi negatif split yapmak gerekiyor. Son tırmanışı hızlı çık, son inişi hızlı in. Öyle yapıyorum. Batonsuz koşmama rağmen son çıkışta baştaki ağırkanlılığı telafi edip birçok kişi geçiyorum. Teleferik hattını gördüğümde artık bu iş bitti diyorum. Bundan sonrası benim için çocuk oyuncağı. Çünkü sorular tam çalıştığım yerden geldi. Argentiere’de ağırlık azaltmak için tek flask doldurup suyumu hemen jelle birlikte çeşme başında almıştım. La Flegere’de hiç durmadım. Ersavaş’la konuştuğumuz gibi görece hızlı tempo güç kesmeden indim. Tabi bunun bedeli yarış sonrası hayatımda ilk defa patella ağrısı çektim, çekiyorum. Tecrübelere bir yenisi eklendi. 

Şehre girdiğimde dilim damağım kurumuştu. Cadde ve sokaklarda müthiş bir coşkunun parçası olarak tempomu koruyarak bitiş çizgisinden 7:58:39 sürede genel klasmanda 208. olarak geçiyorum. 

Bugüne kadar koştuğum en güzel ve en zor parkurdu. Yılan hikayesine döndüğü için açıkçası hevesim çok önceden kaçmıştı. Zaman zaman keşke iptal olsa da bu yükten kurtulsam dedim ama yaşadığım deneyim tüm olumsuzlukları unutturdu. Televizyonda hiçbir spor müsabakası izlemeyen ben deniz, UTMB startı’nı ve finish’ini bekledim. Videolar çektim. Hiç tanımadığım insanların bitirme heyecanlarına ortak oldum. Bunun dışında rekabeti tümden unuttuğum, tecrübe ve özgüvenden beslenen son dakika riskler aldığım ( yeni çanta, şort, baton kullanmamak, teknik bir parkuru altında doğru düzgün koruyucu lastiği bile olmayan ince bir yol ayakkabısı ile koşmak…), parkurda duraksayıp fotoğraf çektiğim, müzik dinlediğim, bol bol sırıtıp vay be dediğim, ineklerle selamlaştığım ilginç bir koşu oldu. Çok daha ciddi hazırlanıp çok daha iyi koşabilirdim ama sanırım bir süre bunu kendime yapmayacağım. Zor bir ülkede, zor bir kültürde, zor insanlarla, sıra dışı koşullar altında yaşarken daha fazla bir zorlanım hiç anlamlı gelmedi. Ne için koşuyorduk ki? 

Yarışla ilgili daha teknik konuların minik bir özetini ayrı bir yazıya sakladım, bunu daha çok kişisel yolculuğuma ayırdım. Bu yolda, bana her daim desteklerini ve dostluklarını sunan TeamRunBo’ya, özellikle kaptan Bike ve Ersavaş’a , bana katlandığı için oda arkadaşım İbo’ya, her zamanki samimiyeti ile bize Chamonix’de ev sahipliği yapan Alper’e, destek ve dostlukları için Boldunion ekibine, kendimi sabote etmeme sponsorluk eden Tower Pub ekibi ve işletmecisi Roni’ye gönülden teşekkür ederim. 

Sanırım pek yakında görüşmeyeceğiz, ben biraz dinleneceğim. Golf de kulağa hiç fena gelmemeye başladı…

Sporla ve sevgiyle kalın…


2 Replies to “2021 UTMB OCC Parkuru Koşu Raporu”

  1. Mustafa KAYA says:

    Tebrik ediyorum. Okuduğum en güzel yarış raporlarından biri. Yazıyı okurken Lakme operasının notaları adeta satırların arasında dolaşıyordu. Flower Duet kesinlikle bu yazıya çok yakışmış.

    Cevapla
    1. Mümin Güneş says:

      Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. Koşarken ender müzik dinlerim ama iyi ki kulaklıklarımı yanıma almışım dediğim anlardandı.

      Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir