Geçen hafta, Murakami’nin Kumandanı Öldürmek kitabını nihayet bitirebildim. Dört beş aydır sürekli göz göze, ten teneyiz. Şifonyerin üzerinde uzanmış göz kırparak okusana beni birkaç sayfa, diyor. Elime alıp kanepeye gömülüyorum, birkaçı bulamadan kitabı geri bırakıyorum. İşe giderken metroda cebimden dürtüyor, hadi bak şimdi çok güzel giderim! Deniyorum, en fazla birkaç sayfa. Belki on senesi vardır zorla kitap okumayı bırakalı. Ama söz konusu Murakami olunca kestirip bir kenara atamıyorum. Zor bir dönemde çok derin bir bağ kurduk gibi geliyor. Biraz üzerine kafa yorunca, onun kitapları ile olan ilişkimi miadı dolmuş bir evliliğe benzetiyorum.

İlk tanıdığımda, üniversiteyi yeni bitirmiş, enerjisi kendisine bile fazla gelen, insan ruhunun inceliklerine pek de önem vermeyen, aklı bir karış havada genç bir bilim insanı adayıydım. Yüksek lisans eğitimi için ilk defa yurtdışına çıkmıştım. Biraz mecburiyetten, biraz da aynı dili konuşuyoruz diye, aslında aynı kültürde harmanlanmadığımız aşikar, kendiliğinden oluşuveren sosyal bir grubumuz vardı. Grupta Ankara’dan gelen entelektüel ve inanılmaz derecede narin bir çocuk vardı. Konuşması, jestleri ve mimikleri, kısaca her şeyi sinirimi bozuyordu. Tabi o zamanlar sebebini bir türlü anlayamıyordum. Çok sonraları kavradım ve kendimden utandım. Onun inceliği benim sığır tarafıma çarpmıştı.

Neyse, bir gün elinde ”Kafka On The Shore” kitabı var ve onu öve öve bitiremiyor. Allah allah! Çocuğu pek sevmiyorum ama zevkine de güveniyorum, bu yüzden gidip kitabı incelemeye karar verdim. Almanya’da bulunduğum dönemde en keyif aldığım aktivitelerden biri, büyük kitapçılara girip saatlerce kitap kurcalamaktı. Önerdiği kitabı buldum. Kırmızı pufidik bir tabureye oturup okumaya koyuldum. Hatırlayamıyorum ama sanırım yirmi otuz sayfa kadar okudum. Ve içimden bu ne lan, dedim. Kitabın tarzı çok tipik bir bestseller gibi gelmişti: Tribüne oynayan, yumuşak dilli, yuvarlak cümleler ile bir şey söylüyormuş gibi yapıp da özünde pek de bir şey anlatmayan cinsten (bkz. Paulo Coelho, Elif Şafak v.b.). Çok sığ ve kaypak bulmuştum. Ta ki otuzlu yaşlarımı geçip bir gün işyerinden bir arkadaşım bana okuduğu kitabı hediye edene kadar, Norwegian Wood. Bahar depresyonu ile ele ele dans ederken ne güzel gelmişti kitap, ilaç gibiydi. Sabah-akşam tok karnına, iki çarpı bir bundan okumalıydım. İnanılmaz derecede de bağımlılık yapıyordu. Kitabı bitirir bitirmez filmini izledim. Beğenmedim ama kitabın hatrına bunu dile bile getirmedim, beğenmiş gibi yaptım. Belki de birkaç kişiye filmi de önermişimdir. Özür dilerim gençlik, biliyorum, kötü bir film. Gaza gelmişim, sizin de zamanınızı çalmış bulundum. Sorry!

Ardından diğer kitapları. Leblebi gibi yutuyordum. Sıkıldıkça kimi kitapları tekrar tekrar okuyordum veya farklı dilde. Kafka On The Shore kitabını bitirdiğimde Nakata amca hayatımdan çıkıp gittiği için ne kadar üzüldüğümü anlatmama imkan yok. Gerçek hayatta çok az insanın kaybı için bu kadar derin bir his yaşadım.

Yalın anlatımı, kaygısız duruşu, yalnız ve ilginç karakterleri, koşmayı sevmesi, viski, vinil plakları ve doğa üstü olayları hayata tatlı tatlı işlemesi ile uzun yıllar güzel bir ilişkimiz oldu. Çokça sadıktım, başka bir yazarı okumak neredeyse içimden gelmiyordu. Son kitabına kadar.

Bay Nakata’yı çok seven radyolog bir arkadaşım, Murakami’nin son kitabı çıktı, haberin var mı, dedi. Açıkçası hiçbir şeyi öyle yakından takip etmem, haberim yok, dedim. Kızım okudu, çok beğenmiş, dedi. Adı ne diye sordum. Tabi kitabın. Kumandanı Öldürmek. Sanırım bu diyaloğun üzerinden üç yıl geçti ve itiraf etmeliyim: Kitabın adını duyduğum anda bende çoktan bir şeyler soğuma başlamıştı. Sanırım bu sebeple, kitabı okumaya başlamak için uzun süre direndim. İlişkinin bittiğini sezersiniz ve yüzleşmemek için binbir takla atarsınız ya, öyle bir durum. Sessizce köşe kapmaca.

Nihayet bu baharda kitabı okumaya başladım. Benimle birlikte en az beş şehir, üç ülke gezdi. Onu okurken iki kitaba daha başladım, birini ortalarda bıraktım, diğerini sonlara doğru. Okumayı öğrendiğimden bu yana, en az kitap okuduğum yıl olarak tarihe geçti. Gezdim, koştum, yedim içtim ama okumadım. En sonunda bu böyle olmaz deyip geçen hafta tüm mikro zaman aralıklarını da kullanarak kitabı bitirdim.

Önceki kitaplarında kullandığı kuyu, geçit, viski, eski kırkbeşlikler gibi öğeleri yeni kitaplarında görmek bende hoş bir tanışıklık duygusu yaratıyordu. Biliyorum, tanıyorum ve seviyorum, diyordum. Hoşuma giden şey o haliydi. Ama son kitabında, eskiden pek sevdiğim aynı öğeler korkunç bir zorlama, bayatlık ve bıkkınlık hissi uyandırdı. N’olur bitsin artık bu kitap dedim. Ve çok şükür bitti.

Sorun sende değil Murakami. Sen aynısın, hiç değişmedin. Seni zamanında öyle sevdim. Ama sanırım ben değiştim. Eskiden sende hoşuma giden şeyler artık bana zul geliyor. Sanırım bir süre görüşmesek daha iyi olacak. Seni bilmem ama benim buna çok ihtiyacım var, ruhum daraldı. Bir süre yalnız kalıp ardından başka yazarların kitapları ile flört etmek istiyorum. Başkalarını ve kendimin başka yönlerini keşfetmek istiyorum. İleride tekrar karşılaşır mıyız bilmiyorum, karşılaşırsak o anki etkileşimimiz nasıl olur hiçbir fikrim yok ama eski kitapların burada benimle birlikte, güvende, değerli bir yerdeler.

Hoşçakal!

Yeni önerisi olan 🙂

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir