Ida Ultra etkinliği her yıl düzenlendiği tarih nedeniyle tatlı belirsizlikler ile geliyor. Hava nasıl olacak? Yağmur yağarsa dere taşar mı? Ya çamur? Ne giyerim, nasıl yaparım… Gündelik hayatta alışık olduğumuz birçok analitik problem çözme becerisini, bu koşudaki belirsizlikleri yönetmek için de kullanmak istiyoruz. Öncesinde parkur değerlendirmesi, geçmiş yıllardaki bitirme süreleri, idman stratejimiiz, beslenme planları, hava koşulları ve ekipmanlar gibi birçok değişkeni masaya yatırıp bir proje çiziyoruz. Ardından her şeyin bu plana paralel gitmesini ümit ediyoruz. Giderse ne ala, ya gitmezse! 

Şans, cesaret edenin yanında olduğu için mi bilmem ama çoğunlukla işler yolunda gidiyor. Hele ki parkur iyi etüt edilmişse. Yolunda gitmeyen kısım, kişinin değişen koşullara nasıl tepki verdiğine göre, yaşanılanı korku, macera, dram veya komedi filmine  dönüştürebilir. Ender olsa da trajediye. Hevesli amatörlerin bireysel becerilerini ve görece aldıkları riski yer yer nesnel değerlendiremedikleri kanaatindeyim. UTMB’de bu yıl TDS parkurunda bir koşucu meterelerce aşağıya düştü, tüm çabalara rağmen kurtarılamadı. Çin’de bir yarışta ani değişen hava koşulları nedeniyle büyük bir trajedi yaşandı, onlarca kişi hipotermiden hayatını kaybetti. Her şey plana bağlı  (hava koşulları, organizasyona bağlı önlemler, koşucunun bilinç ve tecrübesi…) ilerlese dahi bu tarz trajik kaza ve sonuçlar hala olasılık dahilinde. Özellikle, zor zemin ve hava koşullarında yapılan uzun mesafeli yarışların ciddi bir hazırlık gerektirdiğini unutmamak gerekir. Ve tabi ki tecrübe.

Bu bağlamda, sürekli yağış ve sıcak hava sayesinde, Ida Ultra Run Zeus koşusu, benim için son yılların en keyifli, en eğlenceli etkinliğine dönüştü. Buna binbir heves ile hazırlandığım OCC parkuru da dahil. Evet, Alpler’de koşmak çok keyifli ama sürprizlerle dolu bir etkinlik her zaman daha cazip. Bunun için Çapkın Zeus’a,  Polat Dede ve ekibine sonsuz teşekkürler. Hadi gelin Kaz Dağlarındaki bu eğlenceli yolculuğa birlikte çıkalım. 

Bu seneki koşu planımın merkezinde  UTMB-OCC parkuru vardı. Yılın ilk yarısında kendi içinde dengeli ve iyi bir idman programını, geçmiş raporlarda detayları bulabilirsiniz, uygulayabildim. Haziran civarı formum, senenin zirvesindeydi ama sonrasında hayata dair yaşadığım tükenmişlik orayı da vurdu. Bu zamanda, bu ülkede duyarlı bir birey gibi yaşamaya çalışırken tükenmemek de elde değil.

Koşularda olduğu gibi hayatın kimi alanlarında da garip riskler almayı, deneysel yaklaşmayı seviyorum. Neticesi malum bir deneyi, sosyal hayata ara vermeden az uyku düzenli alkol alımı ve düzensiz beslenme ile yoğun idman yapmaya çalışmak, altı ay kadar sürdürdüm. Sonu tabi beklendiği gibi… Fail! Ekim sonu havlu attım. Bu deneye başlarkenki önermem , her daim söylediğim şey, insan vücudu çok geniş adaptasyon kabiliyetine sahip. Yazıya devam etmeden buraya mini bir öneri sıkıştırayım, lütfen, Fiona Oakes’in Running for Good belgeselini izleyin. Sözünü ettiğim adaptasyon becerisine dair çok etkili bir belgesel. Bu tarz bir fizyolojik uyumlanma ancak vücut kendini yapılandırabildiği sürece mümkün. Denklem aslında basit: Tolere edilebilen stres, uzun zaman dilimi, yapılanma için gerekli besinler ve uygun fizyolojik koşullar ( büyük kısmı uyku-dinlenme) eşittir adaptasyon. Bu şekilde soyut bir kavram gibi anlatırken her şey ne kadar basit ve hoş, uygularken değil. 

İnsanı diğer canlılardan ayıran en belirgin farklardan biri de başkalarının deneyimlerinden dolaylı biçimde de öğrenme kabiliyetimiz. Ama… İşlev bulmayan bilgi sadece bir soyutlama olarak kalıyor. Oysa deneyimlediğimiz zaman içimize işliyor.  Sonsuza kadar bizim oluyor. Elimden geldiğince, öğrendiğim şeyleri, makul çerçevede test ediyorum. Bu bağlamda başarısızlık bile çok mühim diye düşünüyorum. Tabi hayatın her hatayı kendimizin yapmasına olanak tanımayacağı kadar kısa olduğu gerçeğinin ön kabulu ile… Son iki yıldır daha fazla idman, daha fazla sert zemin ve özensiz yaşmama rağmen sakatlanmamamı geçmiş sakatlıklarıma borçluyum. 

Uzun bir girizgahtan sonra aklıma geçenlerde iletilen bir eleştiri geldi: Off, ne kadar uzun rapor yazıyorsun, ne kadar çok öznel öğe var… Peşinen uyarmak isterim, bu yazı uzun ve hayli kişisel. Bu nedenle çıkış için sağ üst çarpı ikonuna yönelebilir, mac kullanıcıları için sol üstte, keyif için de kendinize bir çay koyabilirsiniz. İstatistikler ile dolu bir ekonomi raporu gibi yazmayacağım, isteyenler tüm gerekli verileri zaten idaultra.com adresinden çıkarabilir. Yağmur, çamur, anason, dostluk ve gülüşmelerle harmanlanmış, yer yer jelden değil de aşırı yemekten mide fesatına yaklaşılmış bir öykü bekliyor sizi. 

Bu öykü de, aynı OCC kurasında olduğu gibi, sevgili Ebru Dönmez’in ‘yaa hep beraber gidelim mi, çokgzel olur’ demesiyle başladı. Ben deniz, çocukken çikolata uzatıldığında yaptığım gibi önce ‘ben almayayım, tokum’ tarzı ayak sürüdüm. Formsuzum… İsteksizim… Bacaklarım yerden kalkmıyor… Anlayacağınız yerim dar. Sonra ‘tamam ya’ deyip Run Zeus parkuruna kaydoldum. Bu parkurun adında da istemsiz bir kapışma çağrışımı var. Lan Zeus, sen mi büyüksün ben mi! Tabi kafa tutmadan, Yunan mitolojisinin yarısının Zeus’un uçkurunu tutamayışından doğduğu bilgisini unutmayalım. 

Ebru, Dilara ve ben, Koç Healthcare ekibinden geriye kalanlar, etkinliğe beş hafta kala pıtı pıtı idmanlara başladık. O süre zarfında, İstanbul’da sırayla esen poyraz ve lodosun çapraz tokadından çok aklımda gülüşmelerimiz ve sürekli yemek yememiz kalmış. Buna dayandırarak söyleyebilirim ki formsuzluğun en iyi ilacı daha çok idman değil daha çok gülmek. Çünkü insanın zihni istedikten sonra bedeni zaten kat be kat fazlasını yapıyor. 

Bu yaklaşımın neticesini de hemen gördüm, hala biraz tombikto ve formsuz olmama rağmen, her zaman koştuğum parkurda ikinci en iyi zaman geldi. Bunun kel alaka bir dönemde, hem de uzun yıllardır sıfır interval felsefesi ile gelmiş olması ümit vericiydi. Parkur rekorunun yanına yaklaşmak tabi ki mümün değil. Can Ayaz’ın şöyle bir jog attığını biz kan ter içinde yapıyoruz. Istanbul’daki çoğu CR’a amabrgo uyguluyor. Kısaca kendisini hem İda’daki başarısı, hem de genel olarak sergilediği gelişim ve sportmenlik adına tebrik etmek istiyorum. Camia için için güzel bir örnek teşkil ediyor. 

Bir beklenti olmayınca etkinlik öncesi son haftaya sıfır koşu, bol yatış konsepti ile girdim. Uygulaması çok kolay ve bir o kadar keyifli. Böyle bir imkan varken neden koşuyorsak? 

Katıldığım tüm etkinlikler dahilinde ilk defa bir ön çalışma yapmadım. Oldukça analitik ve mükemelliyetçi karaktere sahip biri olarak kendime şaşırmadan edemedim. Hemen vital bulgularımı test ettim: Mümin iyi misin? Her şey yolunda mı? Yaşıyor musun? Evet, her şey yolunda. Hatta, süper. Dokunmasalar on sene böyle yatarım. Sanırım bu sakinlik bir yaşlılık, taşların yerine yerleşme belirtisi. Depremler geçmiş, seller olmuş, tüm kayalar yerine oturmuş, toprak içine düşen tohumları güneşe göstermek için kış günü yeşermeye karar vermiş… Gene de şeytan, içimdeki muzur ve kaygılı çocuğu dürtüyor, hadi bir ısırık al şu elmadan… Göz ucu ile bakıyorum, her şey yolunda giderse 3.30 ila 3:40 arası biter diyorum. Nokta. Ön dayatma, CP’den geçiş süresi, şu saate bu jeli alır, bu kadar elektrolit yutarım yok. Belki bunu yıllardır yapanınız vardır, benim için ilk. Hava durumu da ortalama 14 derece ve sürekli yağışlı gösteriyordu. Bunu göz önünde bulundurarak en rahat ettiğim ayakkabılarımı, çantamı ve en hafif ekipmanlarımı aldım. Son dakika kafa karışıklığı yaratmasın diye de yedek ekipman getirmedim. Seçimime razı olup sonucuna katlanacaktım. Bununla kastettiğim kesintisiz yağmurun olduğu bir parkura altında hiç kauçuk katmanı bile olmayan, asfaltta dahi kayan ince bir yol ayakkabısı ile girmek bir seçim, görece risk ve bunun bir sorumluluğu var. Bu kararı alırkenki teorim, Ida Run Zeus çoğunluğu stabil toprak yoldan oluşan bir parkur yer yer zeminin ağırlaştığı, tarla toprağını andıran eğimli patika geçişleri mevcut, bu zeminde de en dişli ayakkabının bile altı zaten dolup ağırlaşıyor. Zemin ağırlaştığında ayakkabı kadar önemli bir konu da arazi koşu tekniği, denge ve ayağınızı yerden çekme süresi. Ben de açıkçası bu konuda kendime fazlasıyla güveniyorum, Alanya ve OCC gibi teknik parkurları bile en teknik ayakkabı ile değil, en rahat ettiğim ayakkabı ile ( Hoka One One – Rincon) koştum. Bu söylediğim bir teşvik değil, ekipman seçiminde doğrusal ilişkiler kurmaktan ve ekipmana aşırı önem atfetmektense diğer değişkenleri de göz önünde bulundurarak kişisel optimum kararı nasıl verdiğimi göstermek. Şayet zemin ıslak ve kayalık olsaydı, bu kararımı değiştirip tutuştan yana kullanırdım. Seçim yaparken nesnel öğeler ile kişisel becerileri doğru tartıp sonuca varmak biraz tecrübe ve test isteyen bir konu. Ekipmana aşırı güvenen ve kendine mesnetsiz aşırı güvenen amatör koşuculara sıkça rastlıyoruz ve her iki durumda da bolca bahaneler ile biten öyküler sıralanıyor. Ekipman teknik açığı kapatmaz, teknik beceri de ekipman açığını kısmen dengeler, süre ve koşullar zorlarsa o da bir yerde patlar. 

Hava kış için fazlasıyla sıcak gösteriyordu, bu nedenle ince bir yağmurluğu sırf zorunlu olduğu için yanıma aldım. Bu kadar kısa sürede ve sıcakta yağmurun olumsuz bir etkisi göstermesi zor. Hem en son ne zaman doya doya yağmurda ıslanmıştım ki…

Zihnimde etkinlikle ilgili bu çerçeve netleşmiş bir şekilde Cuma sabahı Yenikapı Ido iskelesinden üç kafadar yola koyulduk. Sabahın köründe kahve ve kikirdemekle başlayan yolculuk, ne kadar tıkınabiliriz, yol boyu durmadan ne yiyebilirize dönüştü. Mudanya’da kahvaltıyı bitirdikten sonra ilk sorumuz, şimdi ne yiyoruzdu. Allahtan zıkkımın kökü henüz yiyecek olarak satılmıyor… 

Güre’ye vardığımızda nerdeyse akşam olmuştu. Vakit kaybetmeden kayıt alanına gittik. Her şey kuralına ve önlemlere uygun tıkır tıkır işledi. Gönüllüler çok daha deneyimli ve güleryüzlüydü. İş akışı oturmuş ve standardize olmuş. Hiçbir aksaklığa tanık olmadım. Etkinliğin ana üssü Hattuşa Termal Otel’de kaldım. Apart kısmında olduğum için sanırım, gürültü patırtı yaşmadım. Mutlu mesut uyudum. Bu da herhangi bir yarışta ilk. Tek pişmanlığım yanımda mayo getirmemek oldu. Kışın ortasında sıcacık açık havuza girme lüksünden mahrum kaldım. Apart daire de oldukça ilginçti. Kapıdan içeriye girdiğim an kendimi yeni boşanmış, iki çocuğun velayetini kaptırmış, nedense eski eşim de hukuki hakkım olmasına rağmen bana çocuklarımı göstermiyormuş, kötü bir avukat yüzünden varını yoğunu yitirmiş ellili yaş krizinde son parasıyla bu daireyi tutmuş bir adam gibi hissettim. Aynaya koşup saçlarım dökülüyor mu diye baksaydım ve kırmızı Converse giyseydim imge tamamlanacaktı. Çok şükür, ekip telefon açınca bu ilüzyondan uyuandım ve akşamdan drop-bagi teslim etmeye gittim, orta yaş krizinde, burn-out yaşayan ve henüz Yuki’nin velayetini kimseye kaptırmamış bir birey olarak. 

Güzel bir uyku ve gecenin ardından, sabah erkenden kalktım, kahvaltımı yapıp fuar alanına kahve içmeye gittim. Sabah Ömer abi (Koşturco) ile biraz karavan üzerine sohbet edip azıcık da memleketi kurtardıktan sonra, milli sporumuz, aceleyle otele döndüm. Beş dakikada donuma kadar ıslanmıştım. Eyvah dedim, eğer zamansal öngörüm doğruysa bundan 44 tane daha yaşayacağım. İlginç bir gün olacak!

Servis otobüslerini beklerken yağmur biraz kesildi, ardından kırk beş dakika boyunca durmadan muhabbet aktı. Çok güldük, eğlendik, yarışa çene kaslarım yorgum başladım. İyi de olmuş, parkur kahakaha atmaya pek de elverişli değildi. 

Yeşilyurt köyündeki başlangıç alanı çok şirin. Bir iki hatıra fotoğrafını takiben aniden bastıran yağmura rağmen yarışın başlamasına kısa süre kalmasına rağmen dar alanda mini bir jog attım. Bu parkurun en belirgin özelliği 2.5 kilometrelik görece dik bir çıkışla başlaması. Alışık olmayanların nabzını daha en baştan zorlayabilir. Bu nedenle daha fazla hararet yaratmaması için yağmurluğumu hiç giymedim. Üniversite yıllarından arkadaşım Tamer ile sohbet ede ede gerisayımı bekledik. Üç… İki… Bir… Ve sıfır… Yokuşları seviyorum. Bu parkurun ilk segmentini durmadan koşabilirim. İnanılmaz keyifli. Bu seneki idmanlardan sonra da apayrı bir hal aldı, sakin sakin çıkıyorum. Önümde ince ruhlu, sinema sevdalısı ve entelnektüel kişi, sevgili  Hakan, pıtp pıtı, rüzgarı ve yağmuru hissederek çıkıyoruz. Konsantrasyonunu bozmamak için başarı bile dilemiyorum, biliyorum zaten sever böyle hızlı parkurları. İçimden hemen bahis oynuyorum, Can bir, Hakan iki… Devam ediyoruz minik minik, bir iki… İlk segmenti bitiriyoruz, Can ısınmış, alıyor eline sazı, yardırıyor Hako’nun ardından. 

İnişte birçok iddialı arkadaş başlıyor hızı ve gücü vermeye. Sekiz kilometre boyunca yüksek tempo için ideal bir segment. Eskiden heyecanlı ve hırslıydım, böyle inişleri görünce dayanamayıp var gücümle koşuyordum. OCC idmanları bana on sene, yirmi sene sonrasının bugünden daha önemli olabileceğini öğretti. Yol uzun, hayat kısa. 

Çok hızlı bir bölümü kendimce dengeli geçtim. Ardından yumuşak zemin, ender patika alanlardan biri başlıyor. Öndeki grup tek sıra yürümeye geçtiği için mecburen ayak uyduruyorum. Koşu stratejimi biraz bozuyor. Bu alanları koşabilecekken yavaşlamak mental olarak düşürüyor. Sonra zeytinliklerin arasından meşhur geçiş başlıyor. Yumuşak, eğimli, aşırı kaygan bir zemin. Bizden öncekilerin geçişi ile bozulmuş.  Bizden sonrakiler de muhtemelen bu duruma bozulmuştur. Bu kısmı yer yer ellerimi kullanıp ayağımın dışı ile yan basarak geçiyorum. Önermem gerçeklerşiyor, dişli, dişsiz herkes kayıyor. Yan basarak düşmeden geçiyorum. Ağır zemin tahmin ettiğimden daha fazla yordu bacaklarımı. İlk CP’ye ilerlerken vitesi biraz daha düşürüyorum, parkurun son kısmında dinç bacaklara ihtiyacım var.

Adatepe CP’ye 1.28:05’de girmişim. Kontrollü ve sakin gitmiş olmak iyi hissettiriyor. Biraz su alıp oyalanmadan yola koyuldum. Parkurun bu kısmı ilk katıldığım sene beni biraz şaşırtmıştı. Zıt yönde koşan gruplar görünce insan bir sendelemiyor değil, acaba yanlış yolda mıyım diye. Kısa bir süre sonra sağa kayalık bir zemine doğru kırılıyor ve ardından görece teknik ve hızlı bir iniş.  İniş sırasında bir koşucu arkadaş dengesini kaybedip patikanın sağından başladığı patinaja solunda bitiriyor. Az kalsın çarpıyordum. Kendi hareketini arkadan görmediği için bana kızıyor, hocam burada da geçmeye çalışılmaz ki diye. Onun baktığı yerden haklı. Ama Mehmet ile ikimiz arkadan onun sendeleyişini o kadar net görüyoruz ki! Dostum, ben seni geçmeye çalışmıyorum, herhangi birini geçmek gibi bir derdim de yok. Kendi tempomda yokuş aşağı ilerliyorum. O kadar hızlı ve teknik bir zeminde aniden durmak veya slalalom yapmak asıl tehlikeli olan. Nitekim o noktadan sonra diğer arkadaşlar ile dip dibe müthiş bir senkronizasyon içinde yer yer sohbet ederek, yer yer de daha fazla risk alarak keyifle ilerledik. İronik olanı parkurda Mehmet’in beni, benim onun tanıyamamış olmamız. 

Çok konuşulan Mıhlı çayı geçişine geldik. Organizasyonda görevli arkadaşlar geçişte merdiveni kullanmamız konusunda uyarıda bulundular. Otobanda, üstgeçitte yürürken bile benim başım döner, bu nedenle temkinli davranıp çömelerek geçtim çayı. Ardından köprüye doğru ilerlerken tekrar sığ bir yerden çaya girdik. Kesintisiz esen lodosun ve yeri dövmenin yıprattığı bacaklarıma ilaç gibi geldi. Koşu bittiğinde bu kısım sosyal medyada çok konuşuldu, çok döndü. Ve inanılmaz ilginç söylemler de vardı. Bunlar her daim de olacak. Hani bazen ağzınızla kuş tutsanız, neden başka yerle değil diye de sorarlar… Onun gibi… Mevsim ve yağış itibariyle çayın debisi yüksekti. Bu geçişin hayati risk taşıdığını düşünenler olmuş. Neden yarış iptal edilmedi, gerekli önlemler alınmadı diye çıkışlar geldi. Bu tarz durumlarda riski analiz edip gerekli hamleyi yapmak sporcunun kararı. Eğer parkuru etüt etmediyseniz, neyle karşılaşacağınızı bilmiyorsanız ve böyle durumlara hazırlıksızsanız, o noktadan geri dönersiniz. İlla geçmeye çalışıp hayatınızı tehlikeye atmazsınız. Bu arada, aynı noktadan bine yakın kişi geçti, hatta parkur rekoru kırıldı. Marathon Des Sables’e kayıt olup bu ne ya 50 derece sıcakta çölde koşturuyorlar, bu ne biçim organizasyon, hayati risk var demek gibi bir şey. Evet, katılımcılar o riskleri biliyor, hazırlanıyor ve göze alıyor. İnsanın mental ve fiziksel sınırlarını zorlayan bir yarış, ölenler de oldu. Hazır olmadığınız, bilmediğiniz bir parkura katılarak siz organizasyondakileri zor durumda bırakıyorsunuz. 

Kimi arazi koşuları görece kolayken, kimileri korkunç zordur. Hazırlık, teknik beceri, ekipman veya tecrübe ister. Hangisinin uygun olduğunu seçmek bunun sorumluluklarına katlanmak sporcunun yükümlülüğü; organizasyon ise vaat ettiklerini yerine getirmekle yükümlü. Size debisi yüksek bir çaydan geçeceğiniz tekrar tekrar söylendi, video ile gösterildi, anlatıldı, geçmiş raporlarda yazıyor… Bundan sonra sanki sürprizmiş gibi ve farklı lanse ederek kamuoyu oluşturmaya çalışmak onca emeğe, insana, koşana, geçene haksızlık. Spor kültürünü ve organizasyonları geliştirecek şey yapıcı eleştiridir. Duygu yüklü saldırılar değil. Bu kısmı fazla uzatmayacağım ama değinmeden geçmek de istemedim. Maalesef iyi şeyler çok kolay değersizleştirilip itibarsızlaştırılıyor ülkemizde. 

Neyse, biz koşumuza dönelim. Roma köprüsünü geçtikten sonra güzel sakin bir tırmanış başlıyor. Mehmet ile sessiz sedasız ilerlerledik bu alanda. Keşke kulaklıklarım yanımda olsaydı dedim. Sızak hava, sürekli yağmur, kahverenginin değişik tonları ile süslü sisli pastoral bir tablo, koşunun temposuna uygun sakin bir müzik seçkisini hak ediyordu. Çamurda düşerse bulamam diye almamıştım yanıma, yazık oldu. Yokuş yukarı Mehmet hızı arttırıyor, gözden kayboluyor. Tamamen yalnız kalıyorum doğanın içinde. Uzun süre bu keyifle koşuyorum. Doyran inişine doğru önümde ve ardımda birileri beliriyor. Daha evvel koştuğumda bu iniş IT bandım için kabus olmuştu. Bu sefer ise sükunetimi koruyarak kısmen hızlı kısmen de kontrollü geçtim; ağrı, sızı veya yorgunluktan eser yoktu. 

Parkurun en can alıcı noktası olan Doyran çıkışına güçlü gelmeme rağmen, koşu iştahım iyice düşmüştü. Lodos açıkçası beni aptal etti. İmkanım olsa kafamı buz kovasına sokmak isterdim. Usul usul tırmanışı sürdürmeye, gücümü korumaya gayret ettim. Zig zaglar ile ilerleyen Doyran çıkışında bir koşucu gel buradan gidelim dedi. İlk başta cevap vermedim. Sanırım kendini suçlu hissetmiş olmalı, teklifini yineledi. Hocam, işaretler burdan, yaptığın etik değil dedim. O da benim lafıma yanıt vermedi. Bir koşuda yedinci olmakla sekizinci, bilemediniz bilmemkaçıncı olmak arasında bir fark yok. Dünya adil bir yer değil, onu adil kılmak bilinç ve aktif çaba ister. Böyle minik kurnazlıklar ile kişi anca kendini kandırır. Toprak yola çıktığımızda ona istediğimde kendisini ne kadar kolay geçebileceğimi gösterdim. 

Çıkış boyunca hızımı kademeli arttırarak ilerledim. Bu segment belli ki birçok koşucuyu tüketmişti. Doyran CP’ye vardığımda Runformance’dan Sevim, Mümin genel beş gidiyorsun dediğinde şaşırmıştım. Pek susamadığım için bir yudum soda alıp durmadan yola devam ettim. Bu koşu adına en çok üzüldüğüm nokta, son kısmı gerçekten tam istediğim ve öngördüğüm gibi koşmama rağmen bunu neticeye yansıtamamış olmam. Tırmanış bittiğinde önümde iki tabela vardı, 66 ve 114 şu istikamete diye. Durup bakındım, 36 tabelasını aradım. Hikayenin bu kısmı Marquez’in Kırmızı Pazartesi gibi. Sanki kaybolacağımı herkes biliyor ve kimse bunun önüne geçemiyor. 66 koşan iki kişiye soruyorum, 36 tabelasını gördünüz mü diye, yoo diyorlar. Hocam, başka işaret yok ki, bu yönde olmalı. Doğru! Ben de yardırıyorum tüm gücümle. Çok sevinçliyim, gözlemeye en fazla bir kilometre falan kaldı. 66 koşan bir koşucu uyarıyor, hocam yanlış yoldasın! Emin misin diyorum. Ses yok. Bir kilometre daha koşuyorum. Başka bir koşucu daha uyarıyor, yanlış yoldasın… Dostum, hayatım hep yanlış yollarda geçti, bu ne ki! Hala finish görünmediğine göre haklı olabilir diyorum. Doğru yolu biliyor musun peki? Kimilerine göre meditasyon veya aydınlanma olabilir ama doğru yol o tabelaları gördüğüm yerden aşağıyaymış. Kendime duyduğum büyük bir hınç ve öfke ile yokuş yukarı var gücümle koşmaya başlıyorum. Öyle pıtı pıtı, fıtı fıtı falan değil. Sanki 400 metre bayrak yarışındayım. İşaretlerin olduğu alana geliyorum, topuklarımı kıçıma vura vura iniyorum. Başka bir koşucu onunla rekabet halinde olduğumu düşünüyor tempoyu arttırıyor. Ama benim yavaşlamama imkan yok, kendi salaklığım bir öfke çığına dönüşmüş paldır küldür iniyor aşağı. Durduramıyorum. 

Şehre geliyorum. Yolun sağına soluna pusu kurmuş sokak köpekleri havlayarak selamlıyor beni ya da sadece gelene geçene havlıyorlar, ben selam sandım. Bir gönüllü bravo diyor. Az kaldı. Aslında benimki yukarıda bir yerde bitti, bu kısım salaklığımın uzantısı demek demek istiyorum. O tempo sohbete uygun değil. Düşünce akışı da absürt. Bitişteki tiyatro merdivenleri ile işkence geçmişte kalmış. Meğer pürüzsüz bir finish bekliyormuş beni. Çizgiden geçtim ve bitti. Bu kadar. Beklediğimden, tahmin ettiğimden daha iyi. Formsuzluğa, kaybolmama rağmen hiç fena değil. Yorgun ama tatlı bir doyumla birlikte. Daha ölmemişim. 

Bu yıl Chamonix’de yol arkadaşlığı ettiğimiz Boldunion ekibinden Oray ve Süha ile karşılaşıyoruz. Durum değerlendirmesi. Şöyle olsaydı böyle olurdu. Vay ben ne malmışım ama gene de fena bitirmemişimleri konuşuyoruz. Güzel bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Kaptan ile mesajlaşıyoruz. Noldu sana sonda diyor. Durumu anlatıyorum. E teknik toplantıda üstüne basa basa söyledi Polat diyor. İzlemedim diyorum. Dört sene önce aynı yerde Ersavaş da kayboldu diyor. Sanayiye kadar koşmuş hızını alamadan. Takım olmak aynı yerde aynı hatayı yapmayı gerektiriyor demek ki. Dere geçişinde homurdanan arkadalar gibi vay o niye böyle, bu niye şöyle demiyorum. Benim hatam çünkü. Rotayı saatten de izleyebilirdim. Parkurda minik değişiklikler yaptık dendiği için beni yanıltmasın diye hiç açmamıştım. Bir de çok alengirli yapıyorlar şu modern saatleri. Yok mu analog insanlar için, bilader şu yöne gideceksin diye sesli komut sistemi. Bundan sonra koşarken yandex’i açayım diyorum ama taksiciler gibi üç köprü geçirtir diye de korkmuyor değilim. 

Parkurda gel şuradan gidelim diyen koşucu el sallıyor, çok da sevdiğim biri ile sohbet etmesine rağmen görmüyorum. Gönül istemeyince göz görmüyor. Muhtemelen bir izahatı vardır, dostları tarafından da çok sevilen biridir. Ama ben de cinsim. Bir dönem bana işverenlik de yapan çok sevdiğim bir abimin ortağının hikayelerini anlatırkenki gülüşü ve o hikayelere rağmen dostluğunu sürdürmüş olması nedeniye on senedir bir kere selam bile vermedim. Yeterince çaba gösterir ve yakından tanırsanız herkes iyi özünde. Tek sorun benim o kadar vaktim ve sabrım yok. Hayat kısa… 

O nedenle 36K sonrası kahvehanede oturup Hakan ile adaçayı içip gözleme yedik. Mini not: Bunu yapmadan Altınoluk’tan dönmek haksızlık olur. Adaçayının tadı hala hafızamda. Film ve koşu kritiği yapıp kaçan fırsatlara yandık. Hakan’ın çok seveceği ve iyi koşacağı bir parkur olduğu için neticesine şaşırmıştım. O da zeminle ilgili bir talihsizlik yaşamış. 

Böyle hikayeleri unutulmaz kılan bence talihli anlar  kadar talihsiz kısımlar. Onlarla ne yaptığınız. Nasıl deneyimlediğiniz ve nasıl anlattığınız. Özellikle de aradan zaman geçtikten sonra o anı dosyasını alıp öyküsünü yendin biçimlendirirken ne hissettiğiniz. Yaşanan her olayın iki adımı var: deneyimleyen ve ileride onu anımsayan benlik. Nesnel olay örgüsü aynı  olsa da iksinin anlatıları, hissiyatları bambaşka olabiliyor. Buna dayandırarak, şöyle bir öneri getirebilirim. * Hala sağ ve salimken, yapabiliyorken, kışın sıcacık kanepede oturmak çok keyifliyken, buna rağmen, çıkın koşun, yürüyün. Yağmuru, rüzgarı hissedin. Çamura bulanın. Az kalsın dereye düşüyorduk deyin. Ne biçim parkurdu ya deyin… Ama yaşayın, söylenmeyin… *

Nadide bir deneyim olarak benim hafızamda yer eden ve yazı ile kayıt altına alıp yarın öbür gün okuyup okuyup tekrar duyumsayacağım bu hikayenin yapımında ve yönetmenliğinde yer alan Polat Dede ve Rossist Events’ e sonsuz teşekkürler. Seneye, inşallah Tahtalı’da görüşmek üzere. 

Bu yolculuğu bol kahkahalı, bol yemekli ve güzel kılan canım arkadaşlarım Ebru ve Dilara’ya da sevgiler. İyi ki varsınız. 

Spor ve sevgiyle kalın. 

3:51:59 , G: 22 

*Ota çöpe alınan arkadaşlar, son cümlelerdeki emir kipi teşvik amacı içeriyor, bir dayatma yok. O şekilde algıladıysanız yazı sizi hedef almamış demektir. Yanlış yerdesiniz. Politik doğruluk önceliklerim arasında değil. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir