1981 yılında Bulgaristan’ın güney doğusunda dünyaya geldim, azınlık olmak acaba hep aynı coğrafi konumu zorunlu mu kılıyor. Benim istemim dışında ceryan eden bu kozmik olaydan günümüze hayatımda birçok şey değişti: yaşadığım ülkelerden şehirlerden tutun da arkadaşlarıma ideallerime kadar, bir şey hariç, hareket etme arzusu. İlk yıllarda sonsuz güç jeneratörüne bağlanmış her çocuk gibi bir aşağı bir yukarı koşuşturup duruyordum, içine yerleştirildiğim mekanizmanın nasıl çalıştığını keşfetmekle geçti anaokulu yılları. Sanırım ilk uzun mesafe koşumu da gerçekleştirdiğimde beş yaşlarındaydım. Tütün yapraklarını ipe dizmek için kullanılan üstü katrandan kararmış büyükçe bir iğne sağ ayağımın altından girip üstünden çıkmıştı, sönmüş bir yanardağı andıran minik izi hala ayak kubbemin üzerinde duruyor. Enfeksiyon kapmamam için cam kartuşlu metal enjektörlü şırıngalardan yanlış hatırlamıyorsam yirmi adet yemem gerekiyordu, engizisyon böyle buyurmuştu. Bilmem hatırlar mısınız ama o künt iğnenin kaba eti delme hissi hiç de öyle can atılacak bir deneyim değildi. Ben de haliyle her fırsatta kaçmaya çalışıyordum. Yaşadığımız köyün, 0-6 yaş grubu uzun mesafe rekorunu kırmam da o günlerden birine rastlıyor, gerçi annem ve abim olmak üzere parkurda toplam üç kişiydik ama … Sol ayağımda Puma’nın Doğu Almanya yapımı ağır meşin modeli bir spor ayakkabı, sağ ayağımda bez sargı, arkamda beni yakalamaya çalışan annem ve benden üç yaş büyük abim, var gücümle köyün etrafında koşuyordum. Bir ayak topal ama yetişebilene aşkolsun. Annem, gel buraya söz iğne yaptırmıycam, dediyse de nafile. Kim inanır? Hiç beceremiyor yetişkinler yalan söylemeyi. Evet, o gün beni yakalamayı başaramadılar. Hem yaş grubunda hem de genelde birinci oldum. Ödülüm de akşam eve gidince biraz dayak sonra da hafif bir titreme olmuştu ama değmişti. Kalbimin koşarkenki ritmini, heyecanını, yüreğim bedenimi terk edip sağ kulağımın yanıbaşında bana eşlik edişini daha dünmüş gibi hatırlıyorum… İronik kısmı hayatımın geri kalanında da fiziksel olarak hep sağ mekaniğim, mental olarak da sol mekaniğim bozuk oldu, hep bir tarafa yalpaladım.

Gelişme çağında hareket etmek spordan çok daha fazlasıydı benim için: bir uzaylı gibi vücudumu ele geçiren ergenliğin türbülansı ile baş edebilme yöntemi. Fen lisesi, sınav, akranlar ile rekabet, siyasi güdümlü hoca baskısı, hormonlar, evden uzakta olma hissi, karmaşık duygular, sapık bir bekçi ile korunan bir okulun futbol sahası büyüklüğündeki bahçesinde amonyak kokusu eşliğinde dünyayı keşfetme arzusu, kafalara ekilmiş suni idealler… Hepsi ile baş edebilmek için elde tek bir yöntem vardı: durmadan hareket etmek. Basketbol, futbol, masa tenisi, hocaya yakalanmadan yatakhaneden kaçmak, trene yetişmek, sevdiğini sandığın kızın peşinden gitmek…

Üniversite yıllarında da bu şekilde devam etti ta ki İstanbul’a yerleşip çalışmaya başlayana kadar. Bir akşam arkadaşlar ile halı sahada futbol oynarken, ata sporumuz, sağ ayak bileğime bir darbe aldım ve bir seri tatsız olay başlamış oldu. Yoğun spor yapan herkes burkulmalar aşinadır, en az birkaç tane abi bileğim şöyle döndü, ne biçim şişti hikayesi vardır. Ben yine öyle oldu sanmıştım ama maalesef yıllar süren kronik bir ümitsizliğe dönüştü. Gençliğin verdiği hırsın, bedene saygısızlığın bedeli ağır olmuştu. Engizisyon artık spor yapamazsın demişti. Türkiye’de engelli bir birey olmanın ne kadar güç olduğunu iki aylığına da olsa tecrübe ettim. Koltuk değneğim ve sabitleyici botum ile her gün toplu taşıma araçlarını kullanırken ölüm kalım mücadelesi veriyordum. İki ay geçip atel çıktığında, 5 aşamanın ilkine sarıldım. Hayır, canım, olamaz. Mutlaka başka bir yolu olmalı. Yok. Ağrı orada ve fazlasıyla gerçek. Hayat duruyor. Pazarlık. Acaba ameliyat ile iyileştirilemez mi? Ramazan bayramlarında yaptığım gibi kapı kapı gezdim, bu sefer şeker yerine beni kesmeye hevesli doktor arıyordum. Fındıklı çikolatadan daha bol olmasına rağmen bulamadım, bir türlü aklıma yatmadı. Bazen bir dağ keçisi gibi inatçı olmanın artıları olabiliyor, az sonra… Öfke… Kendime… Doktorlara… Her şeye… Depresyona girdim, yüzlerce skeç ve resim yaptım, binlerce fotoğraf çektim. Ne kadar yazı yazdığımı bilmiyorum ama yetmemiş demek ki… Sakatlanmamın en büyük artısı sanat, edebiyat ve seyahat gibi araçları varoluş ile baş etme metodları olarak bana kazandırması oldu.

Gelelim dağ keçilerine, hep merak etmişimdir nasıl oluyor da o sarp kayalıklara tırmanıyorlar diye… Hepimiz inat deyince keçi deriz değil mi? İnatları çıkarıyor onları oralara. Hayır! İhtiyaçları… Antropomorfizm. O sahnede bizi cezbeden bir şey olmadığı için keçilerin anca inat gibi insani bir özellik ile bu direncin üstesinden geleceğini varsayıyoruz. Oysa ki nesnel gerçeklik her zamanki gibi bizim arzuladığımızdan çok uzak ve bir o kadar da basit. Mineraller. Keçiyi o kayalığa tırmandıran şey ihtiyaçlar teorisi. Gereklilik her şeyi yaptırır, insana da hayvana da…

Benim de hareket etmem gerekiyordu. Öyle ya da böyle. Sanat ruhsal gerilimin dışavurumunda işe yarasa da fiziksel gerilimin deşarjında yetersiz kalıyordu. Össür marka, böyle söyleyince garip bir çağrışım yapıyor, destekli bağcıklı bir atel buldum ve başladım yürümeye. On dakika yürü. Ağrı. Dur. Eve git, buz yap. On bir dakika yürü. Ağrı. Dur. Eve dön, buz yap. Esnet. On beş dakika yürü. Ağrı. Eve dön, buz yap. Tekrar. Otuz dakika yürü. Ağrı. Dur. Eve git, buz yap… Beş yıl. İnsan ile keçi arasındaki fark. Keçi gerektiği için yapar, insan iradesi gerekliliğin ötesine geçer… Bir Ekim günü Stockholm’de kendi belirlediğim hedefe kadar, 20 kilometre, ağrısız yürümeyi başardım. Yaşarken de doğabiliyor insan.

Artık üç kilometre koşup, üç kilometre yürüyebiliyordum. Bir yıl kadar da bu şekilde geçti ta ki bir arkadaşım, Mümin İstanbul Yarı Maratonuna kayıt olcam, sen de gelsene diyene kadar. Zorlandığın yerde bırakırsın, n’olcak? LPG tankı dolmuştu. 10K parkuru yerine 21K parkuruna kayıt oldum, evet, herkes hayatta bir şeyler öğrendiğini sanıp aynı salaklıkları tekrar eder, daha makul başka bir salaklık bulana kadar. Dört ay disiplinli bir şekilde hazırlandım ve meyvesini bitiş çizgisini görerek aldım.

Tell the girls I am back in town…

Bugün, bulunduğum noktadan baktığımda yaptığım şey fazlasıyla duygusal, gereksiz, mantık dışıydı ama iyi ki yapmışım. 2016 yılı Nisan ayından bu yana on kilodan fazla ağırlıktan, birçok zararlı alışkanlık ve insandan kurtuldum. Birçok ultramaraton, maraton ve yarımaraton koştum. Koşmak, hobi, alışkanlık olmaktan çok öteye gidip hayatımın bir parçası oldu, bir gereklilik halini aldı. Özellikle ultramaraton koşmak çok şey öğretti. O zaman kadar yine hayatla baş etme yöntemi idi koşmak. Oysa ki araziye çıkıp saatlerce koşmaya başladığınızda bir şeyler ile baş etmeye, mücadele etmeye gerek olmadığını görüyorsunuz. Beşinci ve son basamak, kabullenme. Birçok kişinin zannettiği gibi maraton üstü mesafeler koşmak katıksız bir disiplin, kendini dövme hali değildir. Böyle yapanlar olabilir ama aslında kendinle, doğa ile temasta olma, meditasyon halidir. Kendinizle, zeminle, hava koşulları, ekipman ile mücadele etmeye kalkar iseniz süreç saatler süren bir eziyete dönüşür. Eğer nefesinize, bedeninize, duygularınıza, anılarınıza, doğaya odaklanırsanız saatler süren kendinizi keşfetme yolculuğuna döner. Her ne kadar birçok koşu grubu olsa da ben kendi kendine yapılan hac yolculuğuna benzetiyorum. Finish’e değil kendinize varıyorsunuz.

En sevdiğim yazarlardan H. Murakami’nin koşu dünyasının klişeleşmiş sözünü biraz değiştirerek, koşmasaydım yapamazdım, diyebilirim.

Sevgiler, saygılar…