Böyle bir koşu için oturup iki kelime yazmak aslına bakarsanız zaman kaybı ama olur ya organizasyonun neye benzediğini merak ederseniz, sağda solda bir açıklama bulamazsınız, ben anlatayım dedim. Nasıl patates kızartmasının yanında ketçap sevmiyorsam, söz konusu koşmak olunca da yol koşularına bayıldığımı söyleyemem: aynı tempoda saatlerce, tek düze koşmak hiç mi hiç bana göre değil… Her ne kadar sevmesem de hem koşu organizasyonlarını desteklemek hem de kendi adıma antrenman yapıp form durumumu görmek için fırsat oldukça katılmaya çalışıyorum.

Bu yarışa kayıt olma sebebim de aylardır düzenli antrenman yapan ve gelecek vaat eden yakın bir dostuma pacerlık yapmaktı. Nitekim arkadaş kitini alamayınca planlar değişti. Sabah 6:30 da kalktım, her zamanki rutinim bir dilim kızarmış ekmek üzerine tereyağ ve bal sürüp iki saniyede mideye indirdim. Koşu öncesi çişim gelmesin diye su içmedim, nasıl olsa kısa bir parkur, yol boyunca da istasyon var. Hava durumu 11 derece diyordu. Koşu için ince giyinip üzerime rüzgarlığımı alıp evden çıktım. Aşırı soğuk olmayan havalarda biraz üşümek iyidir, nasıl olsa vücut ısınacak, ter atmaya yardımcı olur. Oysa kalın giyinince nabız artar ve müsabaka zora girer.

Şişhane’den metro ile Taksim’e geldim, yolcuların çok büyük bir kısmı koşuculardan oluşuyordu. Son otobüs 7:30’da hareket edeceği için biraz acele etmeye çalışıyordum, zira saat 7:10’da hala metrodan çıkıyordum. Taksim meydana varınca ne göreyim! Sanki 1 Mayıs mitingi! Binlerce insan ve sonsuz bir sıra, gerçekten sonunu bulamıyoruz. Güvenlik aramasından geçtikten sonra otobüslere binmeye müsade ediyorlar ve böyle bir yığılma anlaşılan öngörülmemiş. Bu sıra nizami olarak kontrol edilseydi o gün bitmezdi!

Ne yapalım, endişeli bir şekilde beklemeye başlıyorum, iç sesim de bana kızıyor, neden erken çıkmadın evden diye. Bir yandan da arkadaşımın sorumsuzluğuna kızgınım, git yat evinde diyorum.  Neyse birbirine dolanmış yılanlar gibi tek vücut hareket ederken sıranın sonu ile başı aynı hizaya geldi ve görevliler yan taraftan da binebilirsiniz dedi. Ve bizim için şans, zavallı yabancılar için dumur! Eh, alıştık tabi metrobüse bine bine atik davranmaya, onlar ise anlamaya çalışıyor, kendileri bir saattir sırada beklerken bir anonsla sıranın mıranın kalmamasına. Welcome to Turkey! Utanç… Dumur… Endişe…

Yarış, İstanbul 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün biraz gerisinden başlıyor. Polis ekiplerini, zabıta ve İBB araçlarını görünce hazırlıkların iyi yapıldığını düşündüm. Düşünce ile gerçeklik arasında hep boşluk olur. Keşke, yarış alanında da olsa! Adım atacak yer yok. Evet, şaka değil; saat henüz 8:00 ve kımıldamak mümkün değil. Bir arbede yaşanıyor. Üniversiteden arkadaşım ile karşılaşıyoruz, ilk yol maratonunu koşacak, heyecanlı. Birlikte drop-bag otobüslerine doğru gidiyoruz. Henüz yarış başlamadı ama bu kısmı engelli yürüyüş parkuru olarak değerlendirilebilir. Yolun solunda otobüsler, sağında minibüsler ve arada hareket etmeye çalışan binlerce insan. Güç bela varıyoruz, numaralarımızın yazılı olduğu alanlara ve çantaları bırakıyoruz. Mecburen rüzgarlığı da erken çıkartıyorum. Arkadaşımı 42K bekleme alanına bırakıp kendim geriye 15K alanına yöneliyorum.

Teoride 42K 9:00’da, 15K 9:15’de, 10K da onun ardından başlayacak ve gruplar da kendilerine ayrılmış alanlarda bekleyip sırasıyla başlangıç noktasına geçecek. Ne mümkün! Saat 8:15 ve ben daha 15K bekleme alanına giremiyorum. İnsanlardan oluşmuş bir duvar düşünün, itişip kakışmalar, sıkışmalar… Görevli çaresiz megafonla yer açmaya çalışıyor, beyhude… Minik bir boşluk buluyoruz, metrobüs sen nelere kadirsin, hemen oraya monte oluyoruz. 15K’da ön kısımda bekleyenelerin büyük çoğunluğu belki hayatlarında bir kere bile koşmamış kişiler. Kılık kıyafet ve duruşlarından belli gezmeye gelmişler. Bursa’dan katılan yaşça benden büyük bir abi girişi kapatan hanımlara soruyor, sizin göğüs numaranız yok, koşucu değilsiniz buraya nasıl girdiniz? Yolu kapatıyorsunuz bu kalabalıkta farkında değil misiniz? Hanım teyze ne dese buyurursunuz, benim eşim burada görevli ondan geldik, sana ne, sen buranın müfettişi misin? Güvenliğe iletildi. Belli ki güvenlik hanımefendiyi ve yanındakileri tanıyordu, koşucuya ters çıktı, size ne, uzatmayın şeklinde. Sonra koşucular mırıldanmaya başlayınca, hanım teyze ve arkadaşları alanı terkettiler; üç koşucuya  daha yer açılmış oldu.

45 dakika balık istifi bekledik, hiç kımıldamadan. Bayılsanız, yere düşme şansınız yok; o kalabalığın içinde baygın halde birçok kişiden erken yarışı bitirirsiniz. Maraton startı verildikten sonra öne doğru ilerlemeye başlıyoruz. Manzara hiç iç açıcı değil, orta yaşlı başka bir teyze drop bag çantasını sırtına bağlamış, çocuğunun elinden tutmuş önümde gidiyor. Benim hedef 1:05:00, onlarınki kaç acaba? Çocuğun o kalabalığın içerisinde olması ciddi bir ihlal ama gel de anlat! Neyse numarası var. Bu koşu sayesinde yurdum ev hanımları ve teyzelerinin spora ne denli meraklı olduklarını anladım.

”İki kıta arasında koşulan tek yarış” cümlesinin on bin kere tekrar edildiği özensiz konuşma ve anonsları es geçiyorum.

Start veriliyor. Katılaşmış bir diş macunu tüpünü sıktığınızda ne oluyorsa aynısı oldu. Pört! Yığından sıyrılınca tempo artmaya başladı. Adidas Runners’dan bir arkadaş önde, yarışlardan tanıyorum, iyi onu takip ederim diye başlıyorum. 4:30 köprünün üstünden gidiyoruz. Sırf köprünün üstündeki hissiyatı merak ettiğim için sabah eve geri dönmedim. Boş. Bir daha baktım. Hiç bir şey. Bomboş bir his. Sarı dolmuşla geçmekten farkı yok. Koşmaya odaklandım. Haydi Mümço!

Köprü bitince sola Yıldız’a dönülüyor ve oradan itibaren eğlence ve aşağıya doğru bir eğim başlıyor. Hava biraz  ısınmıştı ve nabzımın da arttığını hissedebiliyorum. Kapadokya sonrası formsuzluk, yorgunluk, isteksizlik fazlasıyla orada benimleydi. Yokuş aşağı her ne kadar cazip görünse de tempoyu çok arttırmıyorum. Tişörtümün fermuarını göğsüme kadar açıp rahatlatıyorum. Derin nefes alip vererek nabzımı düşürmeye çalışıyorum. Parkurun en güzel kısmı Beşiktaş ve Karaköy arası idi. Koşu grupları, halk sokağa çıkmış, müzik, ritim ve alkış ile destek veriyordu. İlk defa, evet burası olmuş hissiyatı uyandırdı. İlk su istasyonu tabelası  belirdi, çok kalabalık…su alırken dikkatli olmak gerekiyor, yerler kaygan, çok düşen oldu. Gönüllü gençler bilgilendirilmedikleri için suyu kapalı uzatıyor, o da istasyonda bir tıkanıklığa yavaşlamaya neden oluyor. Kalabalıktan dolayı çok dikkatli koşmanız gerek. Sol kulvar dar yerlerde hep dolu. Birlikte yan yana koşan gruplar da gecisi zorlaştırıyor.

Dolmabahçe’den sonra ambiyans daha da güzelleşiyor. Tüm koşu grupları ve gönüllüleri orada. Helal size, ne güzel insanlarsınız! Davullar beni gaza getiriyor, arkaik kodlar ne yapalım! Öylesine başladığım koşuda tempoyu arttırmaya başlıyorum. İçimden bir dağ keçisi çıkıyor. Parkurun ikinci 7.5 km’lik kısmında sürekli önümdekileri geçerek ilerliyorum. Müzik ve ambiyans meğer ne kadar önemliymiş.

Antrenmanlarımı sürekli Karaköy, Galata civarında yaptığım için muhiti tanıyorum ve sürekli kendime, parkurun en sıkıcı yeri Yenikapı yolu diye telkinde bulunuyorum. Gardı düşürme! Kennedy caddesine çıkınca, güneş gözüme vuruyor. Tempomu koruyorum ama bir yandan da artık kilometre saymaya başlıyorum. Çişim geldiği için de su istasyonunu es geçiyorum. 13 ile 14 arası 5 kilometre gibi geliyor, bir yandan da sürekli önümdekileri geçmeye devam ediyorum.

14 K sonrası bir yokuş olduğunu varsayıyorum, yarı maratondan aklımda kalan öyle. Kendimi zihnen yokuşla bitirmeye hazırlıyorum. Son 500m tabelası, nasıl ya, ne 500? 100-200 falan olması gerekmez mi? Artık kol hareketlerimden güç alarak tempomu devam ettiriyorum. Son 200m, hala mı bitmedi? Lanet olası yokuş nerede? Köprü altında Redbull kamyonundan yayılan müthiş bir uğultu, rahatsız edici düzeyde, kulak zarım patlayacak zannediyorum. Ve finish göründü. Önümde 3 kişi var, bastırıyorum, birini geçip çizgiye başlangıç zamanına göre 1:07:03’de, geçiş süresine göre 1:06:51’de varıyorum. Bitirmişim gibi bir his yok, öyle bir ambiyans yok. Yürüyorum, gönüllüleri çipleri toplayıp bitiren torbasını veriyorlar. İçinde fıstıklı bar, meyve suyu, muz, galiba naylon panço gibi bir şey var. Meyve suyu ve barı görevli polislere veriyorum.  Gönüllülerden bir pet şişe su alıp minik minik yudumlayarak drop bag alanına doğru gidiyorum. Yolda bitiren madalyamı veriyorlar, ha doğru öyle bir şey vardı değil mi?

Acaba, cüzdanım, telefonum yürütülür mü kaygısı ile verdiğim çantamı tastamam alıyorum. Erken bitirmenin avantajı, sonra orada da bir izdiham yaşanıyor. Arkadaşlarımı bekliyorum, tişörtümü değiştirip rüzgarlığımı giyiyorum. Biraz esnedikten sonra hep birlikte Yenikapı metrosuna doğru yollanıyoruz. Belki İstanbul’un en sevimsiz, sidik kokan yerlerinden geçiyoruz. Metronun yan tarafındaki çimenlere serilip ”Hadi” oynuyoruz. Günün de en keyifli kısmı o oluyor.

Söylenecek çok şey var ama bir boşunalık, nasıl olsa işe yaramayacak hissi var. Beşiktaş-Karaköy hattındaki seyirci desteğini çıkartırsak tek olumlu yönü olmayan berbat bir koşu deneyimiydi. Vasatın ötesinde bir organizasyon. İlk yol maratonumu burada koşmak istemiştim, arkadaşım uyarmıştı, yapma diye. Şimdi çok iyi anlıyorum. Ülkemde bu tarz spor aktivitelerinin yaygınlaşması için katılarak destek vermeye çalışıyorum ama tövbe! Hani hep nükteli metrobüs göndermesi yapıyorum ya, hadi biz alıştık, yabancıların yaşadığı şoku tahmin bile etmek güç. Umarım bir gün, bu organizasyon televizyonlarda yine yurdumdan değişik insan manzaraları adı altında, köprüde tavla oynayan, köprüyü yürüyerek geçmeye çalışan teyze ve amcaların sunulduğu bir etkinlik olmaktan çıkıp Kipchoge, Farah gibilerin kapıştığı bir parkur olarak anılır. Ama akbil mantığı ile zor gibi…

Saygılar,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir